'DENİZ TİCARET GAZETESİ'ni yanınızda taşıyın.Android
İstanbul
13 Aralık, 2025, Cumartesi
  • DOLAR
    32.30
  • EURO
    35.15
  • ALTIN
    2406.9
  • BIST
    10401.67
  • BTC
    67490.92$

ŞEFİK GOGEN KAPTAN TUNÇ VAPURU'NA TAYİN EDİLMİŞTİ

12 Aralık 2025, Cuma 22:22

 

Şefik Gogen Kaptan 
Tunç Vapuru’na süvari olarak atanmıştı
Yazan: Osman Öndeş

Tunç – (Ex-Lascar, Ex-İnönü)Vapuru Zonguldak’da  kömür ocakları için maden direği tahliye ederken. 
Kaynak:Yüksel Yıldırım/ Zonguldak Nostalji Arşivi

Tehlikeli bir görev
Kaptan Şefik Gogen  anılarında  Tunç şilebinin öyküsünü  kendi mizah dolu üslubu ile anlatmıştı; 
1941 yılı Ocak ayı başlarıydı. Avrupa II. Dünya Harbi’nin  en karanlık ve şiddet dolu günlerini yaşıyordu. Kaptan Şefik Gogen bir sabah idareden çağrıldı. Telaş ederek  ve merakla idareye  gidince Başenspektörün aradığını söylediler. Yanına girdiğinde Başenspektör aşırı bir  iltifatla yer gösterdi. Fakat çehresi asık ve bakışları son derece sıkıntılıydı.   
Nihayet söze başladı:
- Şefik Kaptan Tunç Şilebi kaptanlığına tayin edildiniz!
- Tunç Şilebi mi!.
Tunç Şilebinin adını bile o güne dek duymamıştı. Hatta bu isimde bir şilebin olduğunu da bilmiyordu.
Şaşkınlığını farkeden Başenspektör:
- Şefik Kaptan şilebin adını bilmiyorum diye üzülmeyiniz, tüccara ait İnönü şilebinin tâ kendisi. Seferberlik nedeniyle elkonulan gemilerdendir. Adını Tunç koyduk, dedi.
Bu gemiyi hayal meyal hatırlıyordu. Ama  nasıl bir tekneydi, bir bilgisi yoktu. Asıl merakı ise bu hiç beklemedik şekilde tayin edilmesinin sebebi ne olabilirdi?
Başenspektörün verdiği haber ve söyledikleri merakını azaltmamış, aksine daha da huzursuz yapmıştı.
O da bu sıkıntılı halini farketmiş olmalı ki, izahat vermeye devam etti:
-Hepimiz gibi siz de biliyorsunuz ki, harp Akdeniz’i ve Ege’yi etkisi altına alında. Hükümetimiz can ve mal kaybını  önlemek üzere denizlerdeki tüm posta ve şilep seferlerini kaldırdı. Ayrıca yurtdışındaki gemilerimize de derhal memlekete dönmeleri emrini verdi. 
Öyle değil mi Şefik Kaptan?
-Dediğiniz gibidir Beyefendi.
-Halbuki Akdeniz ve Ege sahillerinde karayolu olmadığı için İstanbul’la ancak
denizyoluyla bağlantısı mevcut olan liman kentlerimiz ve  kasabalarımız var. Bunların karşılanması gereken ihtiyaçları mevcut. Anlıyorsunuz değil mi?
-Anlıyorum efendim!
Devam ediyordu:
-Karayolu olamayan nice kıyılardaki yaşayan ahali açlıktan kırılacaktır. Ne yapıp yapıp
şileplerimizle oralara gıda, giyecek ve sair ihtiyaç maddelerini ulaştırmamız devletimiz yüce görevi olmaktadır. İşte hükümet bu ihtiyaçları karşılamak üzere yalnız Tunç şilebini tahsis etti ve onunda kaptanlığına tecrübeli bir kaptanımız olan sizi tayin etti!
Başenspektör ciddiyetini birkat daha artırarak ilave etti:
-Vazifeniz yalnız bunlardan ibaret değil. Ayni zamanda konvoylarla İskenderun’a gelecek savaş yardım malzemesini de Çanakkale ve İstanbul’a nakledeceksiniz.
-Peki efendim. Anlıyorum savaş malzemelerinin önemli kısmı toplar, cephane filan olacaktır herhalde!
Başenspektör buna cevap vermedi. Duymamış gibi yaptı ve:
- Yolcu almayacaksınız. Şefik Kaptan hiçbirşekilde yolcu almak yok! diye üstüne basarak tekrarladı.
-Anlıyorum!
-Geminin hazırlıkları devam ediyor. Hatta şu sıralarda bitmek üzeredir. Geminize gidip katılın ve hazırlıkları da takip edin.
-Gemi şuanda nerede, diye soracak oldu.
Başını  kısmen hayretle kaldırıp:
-Şefik Kaptan İstinye’de.. İstinye doklarında bağlı, dedi.
Sonra  masanın üstündeki  küçük çanla odacıyı çağırdı. Adam kapnın arkasında hazır beklıyormuş ki, birden kapı açılıp içeri girdi:
-Buyur beyim,dedi.
-Şefik Kaptan gidiyor, Enspektör Hadi Bey bana gelsin,diye emir verdi.
Görüşme bitmişti. Başenspektör ayağa kalktı ve masanın üstünde elinin altında duran tayin ordinosunu Şefik Kaptan’a uzattı.
Masanın arkasından ilerleyerek  yanına geldi ve elini Şefik Kaptan’ın omzuna koyarak, kapıya doğru birkaç adım attılar. Durdu ve:
- Bu şerefli vazifenizde size başarılar temenni ederim, dedi.
Başenspektör “Şerefli” kelimesinden sonra birkaç saniye duralamış ve bu kelimeye belki de “Tehlikeli” sözünü  eklemek isterken vazgeçip aceleyle sözlerinin sonunu getirmişti.
Şefik Kaptan teşekkür ederek yanından ayrıldı.
Müdüriyet binasının merdivenlerinden inerken aklında sadece tek bir kelime vardı:
- Tunç..Tunç.. Tunç!
Nasıl olur da ben böyle bir şilebi tanımıyordu. Savaş alevlerinin kapladığı denizlerde bukadar tehlikeli bir maceraya gönderildiği gemi nasıl bir durumdaydı? Türkiye II.Dünya Harbi sırasında tarafsız ülke olmasına rağmen, yurtdışında ihtiyacımız olan mallar, aletler, makineler yine de şileplerimizle, ama Müttefiklerin  savaş gemilerinin korumasındaki konvoylar içersinde yeralarak taşınabiliyordu.
Şefik Kaptan bu gemiyi öylesine tanımıyordu ki, Başenspektör tüccara ait olduğunu ve seferberlik nedeniyle elkonulan gemilerden biri olduğunu söyleyince daha da meraklanmıştı.
İstinye’ye giderken geminin büyüklüğü, sürati, tekne durumu ve ne halde olduğu kafasına takıldı ve endişeler içersinde kaldı.

Köhne bir tekne
İstinye Doklarına vardığında neredeyse vakit öğleyi geçmişti. Rıhtıma  bağlanmış birhayli şilep ve küçük  tekneler vardı. Bunları birer birer gözden geçirmeye ve Tunç şilebini aramaya başladı. Nihayet baştarafında Tunç kelimesi okunan bizim kahramanı bulabildi.
Bu gemi baca dibinde  birkaç kamarası bulunan neta güverteli 1500 tonluk kadar gözüken köhne bir şilepti. Dış görünüşü doğrusu hiç de hoşuna gitmemişti.
Güverteye çıktı. Görünürlerde kimse yoktu. Bir iki seslendi. Nihayet İkinci  Kaptan’la karşılaştı. O da yeni süvariyi bekliyormuş. Tanıştıktan sonra geminin Şefik Kaptan’a  ve Şefik Kaptan’ın da gemiye takdimine sıra geldi.
İkinci Kaptan anlattı:
-Şefik Kaptan bu şilep 1891 yapımı. Yani halen 51 yaşında. 1924’de Sadıkzâde Biraderler satın almış ve İnönü” adını vermişler. 1936’da Münakalat Vekaleti Vekaleti Devlet Denizyollari ve Limanlari Isletmesi Umum Müdürlüğü emrine intikal etmiş. Adı hep İnönü idi. Adını şimdi “Tunç” yaptılar!
- İnönü ismini taşırken  tüccarda olan bu gemide II. Kaptan olarak çalışıyordum. Armatörü  posta ve yolcu gemisi olarak çalıştırıyordu. Yarım asrı devirmiştir.. Buyüzden birkaç defa kardo harici edilmiş, hurdaya çıkartılmış! Sonra yeniden hizmete alınıp, birsürü onarım görmüş..Çalışıyor işte!
..Bu harap haliyle devlet başkanımız Cumhur Başkanı Milli Şef İnönü’nün adını taşıması uygun  görülmemiş olacak ki, adı değiştirilerek Tunç konmuş.. Bu isim tunç gibi sağlam bir nesnenin yanında bizim  bu hurda tabutluk için neden seçilmiş bilemem! Ama kaptan bey, Tunç dedikleri şilep gördüğünüz gibi, yani hepsi bukadar..
İdare gemiyi  tadil ederken kamaralarını sökmüş, salonunu da sökmüş ve tam bir şilebe çevirmiş. Siz de göreceksiniz ya,  gemide isminden başka kayda değer bir şey  yoktur! Bu herhalde dede yadigarıyla Allah bize selamet versin..
Şefik Gogen Kaptan Başenspektörün anlattığı tehlikeli vazifeye niçin Tunç şilebinin tahsis edildiğini, onu gördükten sonra daha iyi anlamıştı. Ege ve Akdeniz’de devam eden  acımasız savaşın ortasında elde bulunan  daha iyi durumdaki şilepleri göndererek  batırılmalarından çekiniyorlardı. Açıkcası Tunç şilebiyle kurban  seçilmişlerdi..Bu şilep şayet batarsa Devlet Denizyolları İdaresi ve Hükümet büyük maddi zararlara girmiş olmayacaklardı. Böyle köhne bir gemiyle bukadar tehlikeli bir maceraya atılmak için seçilmiş olmaları ise, herhalde bir piyangodan ibaretti.
Şefik Kaptan geminin perişanlığı karşısında irkildi. Tunç adıyla çelişen bu şilep nekadar  tamamiyle uydurma bir tekne idiyse, ikinci kaptan da o kadar mükemmel bir insan ve denizciydi. 
Birlikte gemiyi gezdiler. Yapılan değişiklik bazı bölümlerde öyle derme çatma  biçimdeydi ki, hayretleri içinde kaldı. Oraları  nasıl güvenceye alırız diye uzun uzun düşünüp durdu.
Henüz fırtına mevsimi devam ediyordu. Böylesine derme çatma gemi azgın denizlere nasıl dayanabilirdi! II. Dünya Harbi’nin  insaf, acıma ve kural tanımaz   denizlerinde bir de geminin denize elverişsiz haliyle uğraşmak ne işe yarardı! Belki bu daha da önemliydi.
Şefik Kaptan  çaresizdi. “Kimi kime şikayet edeceğiz..” diye mırıldandı.. 
-Ne yapalım,denemekten başka yol mu var.. Deneyeceğiz, dedi.
İkinci kaptan herşeyi oluruna bırakarak, teslimiyetçi bir tavırla:
-Evet efendim. Bir tecrübe ederiz, dedi.
Hedefleri, çok zor koşullarda  taşıyacakları kıymetli yükleri ıslatmadan, hasara uğratmadan son limana ulaştırmaktı. Ama o limana varacakları kuşkusu hakimdi.
Süvari kamarasına çıktılar.. Kamarasının  haline bakınca, ağlamak yerine gülmeden edemediler. Tavanından su sızdığından içeri akan suların yatağa akmaması için üzerine bir tente germişler ve kenarına bir oluk yapmışlardı. Oluk denen nesneden akan sular yerdeki kovaya doluyordu. Bu da  demektir ki, kamaranın yerlerini ıslanmaktan korumak için düşünülmüş  müthiş bir buluştu.
Sordu: 
- Böyle maskara nesnelerle işi savuşturmak yerine,  üst güverteyi  sugeçirmez hale getirmeleri mümkün değil miydi?
İkinci kaptan, şaşkın bir halde:
- Tersaneden suyun birtürlü önlenemediğini, katran dökmelerine rağmen, biryerlerden suyun girdiğini söylediler, dedi.
Gemide böyle gülünç, ama ağlanacak birçok yer vardı. Yepyeni bir zil tablosu gördü,ama kablosu yoktu! Baca şüpheli bir durum arzettiğinden sert rüzgarla ve geminin düşeceği yalpalarla devrilmesinden çekindiklerinden, devrilmesin diye ayrıca dört tarafından desteklerle takviye edilmişti ama, baca yine de eğik kaldığında Piza kulesi gibi çarpık bir durumdaydı.
Eh,harp koşulları içersinde, yokluklarla mücadele edilirken, bukadar  şeyi  ciddiye alarak kusur saymak  fazla titizlik olurdu. “Tekne su almadıktan sonra, daha ne arayacaktık!” diye mırıldandı..
Gemide dolaşırken tek savunma umudu gerek uçaklar tarafından  görünebilmesi için güverteye ve gerekse suüstü savaş gemileri ve denizaltılar tarafından farkedilmesi amacıyla bordalara büyük ölçülerde boyanarak yapılmış Türk bayrağının  resmi ölçülere uygun olup olmadığını da denetledi. İkinci Kaptan elinde bir metre  ile birlikte   ölçtüler ve gördüler ki,  ölçüler Bayrak Kanunu ölçülerine uyuyor. Bundan  hayli memnun oldular. Bayrağın yasal ölçülerde  resmedilmiş  olması savaş yıllarında yaşamsal bir sorundu. Bu sorunun Tunç şilebinde çözümlendiğini görmekten memnun oldular. Böylece  şilebin ve gemi personelinin hayatları  kısmen güvenceye alınmış oluyor demekti!
Güverte  tahtaları ve kalafatları ve diğer bazı ayrıntıyı meydana getiren yerlerin durumu pek fena değildi. Bu durum, yükleri ıslatmadan taşımayı mümkün kılacak gibi göründüğünden sevindiler.. Fakat öylesine uyduruk, basit şeylerle kendilerini kandırıyorlardı ki, başka çareleri yoktu!
Onlar dolaşırken başmakinist de geldi. Böylece tanışmış oldular.. Derken diğerleri de  ortaya çıktılar..Üçüncü kaptan, diğer zabitan ve mürettebat iyi insanlar izlenimini veriyorlardı. Zamanla başlarına gelecek her olayda onları sınayacak ve daha yakından tanımak imkanı bulacaktı. 
İlk sefer
Gemiyi teslim aldıktan  birkaçgün sonra   Karaköy’de şamandıraya bağladılar. Önce mavunalarla kömür geldi. İskele kuruldu ve  küfeleri sırtlarında  onlarca işçi  akşama kadar  kömürlüğe  küfelerine doldurdukları kömürü devirdiler. Hepsi burun deliklerine, göz kapaklarına kadar kömür tozu içinde çalışıyorlardı.
Onlar işleri tamamladılar ki, güverteyi baştan başa yıkayıp neta ettiler. İki gün boyunca Güney limanları ahalisinin ve devlet dairelerinin, bir de askeri birliklerin ihtiyacı olan  malları, malzemeleri yükledikten sonra  şamandıradan halatları fora edip,  ilk sefere başladılar.
Şefik Kaptan’a  verilen talimata göre karasularımızdan kesinlikle ayrılmayarak, yalnız gündüzleri seyir edecek ve havanın kararması sırasında, ya da güneş batmadan korunaklı bir koya girip demirleyecek ve ertesi sabahı bekleyeceklerdi.
Ege’deki adaların hemen tamamı Alman kuvvetlerince işgal edilmiş olmasından dolayı bu adalardan motorlarla akın akın insan, çoluk çocuk Türkiye sahillere kaçıyorlardı. Bunlar aç ve perişandılar.
Birkısmının korsanlığa kalkışmaları ve ellerine geçecek işe yarar ne bulurlarsa zorla veya gizlice alıp götürmeleri, cana kıymaları ihtimali de vardı. Bu ve bunun gibi tehlikelere karşı, gemide  tedbir aldılar.  İstanbul’dan hareketten önce zimmetli olarak altı adet piyade tüfeği vermişlerdi. Fakat bu tüfekler çaptan düşük olduklarından, daha ziyade göstermelik savunma silahı olmalıydılar. Açıkcası birine doğrultulduğunda çıkacak merminin aklına estiği bir istikamete gitmesi çok olağan olurdu. Yine de gürültüsü bile kötü niyetlilerin cesaretini kırabilirdi. Kimseyi vurup yaralamaya, ya da öldürmeye niyetleri olmadığına göre, böyle bir hadise meydana gelmesin diye dua etmekten başka çare  kalmamaktaydı.
Çanakkale Boğazı’nı buz gibi bir havada geçtiler. Ege’ye açıldılar ve Türkiye karasuları boyunca yol alıyorlardı. Anadolu’nun böğrüne sokulmuş bir hançer gibi  Edremit Körfezi içersine kadar uzayan Midilli Adası’nı dolaşırken hüzünlendiler. Sakız, Sisam ve İstanköy adalarının karası da suyu da birbirinin içine girmiş sahillerinde  Türk karasularını nasıl tayin edeceklerdi?
Karasularından dışarı çıkmayın talimatının üstüne fazla düşmeyerek verilen görevi yerine getirmeye çalıştılar. Korkunun ecele bir faydası olmayacağından verilen rotada seyre devam ettiler. Endişelenmenin kimseye bir faydası olamazdı. 
Yeniden akşam oluyor ve hava kararmaya başlıyordu. Tunç şilebi  o sırada Karaburun önlerinde seyretmekteydi ki, geceyi geçirmek üzere uygun  bir mevkiye demirlediler. Geminin güvertesindeki ve bordalardaki resmedilmiş Türk bayrağının uzaklardan görünmesini sağlayacak şekilde projektörleri  yaktılar.
Karşıda Sakız Adası koyu karanlığın içinde tarih öncesi bir canavar gibi yayılıyordu. Birbirlerinin canına susamış gûya uygarlık dünyasının devletleri geceleri olsun huzura kavuşmak için gece karanlığından medet umuyorlardı. Gökyüzü de tamamen kapalı olduğundan etrafa nur saçarcasına ışıldayan gemiden başka heryer zifiri bir karanlık içersinde biryerle sinmiş duruyorlardı.  İyi de adından başka tunçlukla ilgisi olamayan bu yaşlı gemiyi bir tiyatro sahnesinde teşhir edercesine, ya da  düğün sahnesine çıkmışcasına böyle ışıl ışıl  zulmetin ortasında  ortaya çıkartmak,  “İşte biz burada oturan ördek gibi duruyoruz.. Canınız isterse vuruverin” demek olmuyor muydu?
Görünüşte tarafsız bir devlettik ya, düşmanımız olamazdı ve olmayan düşman harp gemileri ve uçakları da gelip bizi  böyle ışıl ışıl yatarken vurmazlardı. Kendilerini kandırdıkları ya da inandırdıkları tarafsız devletin gemisini kimse vurmaz inancına rağmen, yine de günün  ışımasını sevinçle karşılayarak, demir aldıp   yola koyuldular. 
İlk uğrak limanı Güllük’tü. Oradan Bodrum’a yolverdiler. Büyük Türk denizcisi Turgut Reis’in  zaferden zafere koşan  leventlerinin doğdukları, yaşadıkları sahillerden geçerken, bu büyük Türk denizcisinin doğum yeri olan Turgut Reis köyü önlerinde  hayranlık,  hürmet ve muhabbet hisleriyle  dualar ettiler.
Çanakkale Boğazı’ndan itibaren günlerce bütün Ege’yi, Orta Akdeniz’i Alanya’ya kadar geçmiş olmalarına rağmen hava sakin ve deniz durgundu. Yolculuk sırasında ufukta bile ne bir yelkenli, ne bir ticaret gemisi gözükmüyordu. Bu işlek ticaret denizlerindeki  yaşam durmuş gibiydi.. Gemiler nereye gitmişlerdi?
Denizlerdeki sessizlik ve yanlızlık sanki başka bir dünyaya göç etmiş hissi veriyor, bu sessizlikten korkacaklarına garip bir haz, belki de kendilerine güven duyuyorlardı. Ticaret gemilerinin olmadığı bu denizlerde harp gemileri de olmaz diye avundukları da oluyordu! Galiba birbirinden korkanların herbiri bir tarafa sinmiş, geriye bir ufuktan öbür ufka kadar  bomboş bir deniz kalmıştı.. Sadece aradabir martılar gemiye yaklaşıyor, onlar da güney denizlerinde kaybolup uzaklaşıyorlardı! Böylece gök,  lacivert bir deniz,  balıklar ve Tunç gibi bir şileple  yapayanlızdılar... Yaşamı temsil eden  tek bir aile gibiydiler .. 
Denizaltı Tehlikesi artıyor.. 
Güney sahillerinin birbirlerine ve İstanbul’a bağlanmaları yalnız şileplerin o limanlara uğrak yapmasına bağlı olduğundan gemiler ekseriya taşıyacağından fazla yüklemeye mecbur kalmaktaydılar. 
Antalya’dan henüz kalkmışlardı ki, hareketten birkaç saat sonra gemi kâtibi büyük bir heyecan içinde Şefik Kaptan’ın kamarasına girdi. 
-Baba su ediyoruz, o kadar da yüklüyüz ki kaynarız dedi. 
Meğer hadise bütün gemide duyulmuş. Şefik Kaptan giderek gemiyi saran bir telaş ve endişe ile karşılaştı. Güvertedeki kömürlük kapağının altında ambar tarafından pek de azımsanmayacak kadar bir suyun kömürlüğe aktığını görünce  kayaya çarpmış gibi oldu. 
Her nekadar “Dünyada üç ses çok güzeldir; Kadın sesi, Para sesi ve Su sesi hoştur “
derlerse de buradaki su sesi hiç de hoşuna gitmedi. Acaba bu çürük teknenin bir yeri mi delinmişti. Su nereden geliyordu. .Bunu evvela anlayamadılar. Sonra bu suyun ambardaki yükleri ıslatmış olması da mümkündü ve hatta tereddüt etmeye meydan bırakmayacak şekilde yük suyun altında kalmış olması kaçınılmazdı.
Bir müşkül karşısında ne yapmak lazım geldiğini düşündüğü zamanlar bilinmez bir nedenle  “Sürmeli gözlü çapkın Ayşem” diye hoşuna giden bir türküyü mırıldanmaya başlardı. Belki de bu oynatmaya az kaldığı bir çaresizliğin tepkisi olabilirdi.
Baktı ki, gemiye şakır şakır su giriyor! Tüm Akdeniz’in suyunu  dolduracak değiller ya..Müthiş bir  tablo vardı karşısında..Eğer suyu kesemezler, hele tulumbalar suyu tahliyeye yetmezse, resmen gemi batardı. Gemicilerin gözü Şefik Kaptan’ın üstündeydi.
Birden  bir türkü mırıldanmaya başlamıştı..  “Sürmeli gözlü çapkın Ayşem” bukez “Sürmeli güzlü çapkın Eminem” olmuş, ama Şefik Kaptan türkü tutturmuş  gidiyordu. İşte bu sefer de öyle yapınca arkadaşlar süvarinin  de  hafif aklını kaçırdığını zannederek büsbütün telaşa düşmüşlerdi. Fakat Şefik Kaptan’ın bu türküsünü bilenler, sabırla neyapacağını beklediler. 
Derhal ambarı açtırarak muayene etmelerini istedi. Su iskele tarafından geliyordu. Gemiyi mümkün olduğu kadar sancağa yatırmaya çalışırken yükleri de aktararak su gelen yeri tespite uğraştılar.    
Saçları birbirine rapteden perçin başlarındaki çivilerden birkaçı düşmüş olabilirdi. Bu takdirde  bu deliklerden su gelmiş olabilirdi. Marangoza bu kısmı çimento ile kapatarak üzerine bir sandık yaptırmak üzere yükleri gerektiği kadar açmakta epey zorluk çektilerse de sonunda  suyu da kesmeye muvaffak oldular. Bereket versin hava ve deniz müsait bulunmakta idi. 
Bu sırada İdareden bir telsiz gelmişti. Bu mesajda Çanakkale Boğazı civarında denizaltıların pusu kurarak geçen gemilere hücum ettikleri, bu ara iki ticaret gemisinin battığı bildiriliyor ve dikkatli olmaları isteniyordu. 
Dikkatli olmak için acaba ne yapmalıydılar! Açıkcası bu denizde yüzen demir tabutla denizaltılara karşı kendilerini nasıl savunabilirlerdi.. Denizaltılardan korunmak için tek selamet yolu oturma bahasına da olsa denizaltıların görünmeden yüzemeyeceği kadar sığ sularda seyir yapmaktan ibaretti. Onlar da böyle hareket ettiler. Çünkü denizaltılar o zaman bu kadar gelişmemiş periskopları ile etrafı gözetlerken tek koruyucuları olan bayrak işaretini görmemeleri ihtimali vardı. 
Zamanla ölüm korkusunu yendiler, ya da ölümün enselerinde duruşuna kendilerini teslim ettiler. Gerek o sefer, gerek sonraki seferlerde, bazen yalnız periskopu görünen denizaltılara, toplu halde gezen su üstü harp gemilerine birçok kereler rastladılar..Demek ki, çevrelerinde bir deniz harbi daha da yoğunlaşmış şekilde sürüp gidiyordu. Fakat Türkiye’nin tarafsız bir devlet olduğunu belirten koruyucu Türk Bayrağını Tunç şilebinin bordasında gören her harp  gemisi  verdikleri selama selamla mukabeleden başka bir şey yapmadı.
İskenderun’a kadar gittiler ve  bir hafta sınra yeniden  dönüş seferine başladılar. Nihayet salimen Boğazdan girip Çanakkale askerî iskelesine yanaştıkları o gün  derin bir nefes aldılar.
Çanakkale’de hemen hemen geceli gündüzlü çalışıldığı halde ancak on iki günde tahliyeyi tamamlayabildiler ve müteakip seferler için ikmal yapmak üzere  İstanbul’a hareket ettiler. Bu sefer elli iki gün sürmüştü. Evde bekleyenler büyük bir coşkuyla onları karşıladılar. Hasret dolu sevgiler, yeniden aşka dönüştü.
Tunç şilebi elli iki günde yine  hertarafından veriştirir bir hale gelmişti. Fakat işler fazla kalmalarına müsait olmadığından havuzlanarak onarılacak neresi varsa olanca hızla ikmal ettiler. Ardından Güney sahili limanları için yüklerini alıp, tekrar sefere çıktılar.
Sahillerdeki köylerin ve şehirlerin açıklarından geçerken boşluktaki ufacık gezegenlerden gelmişcesine, oralarda neler yaşandığını merak ediyorlardı. Bazan sahillere biraz uzakça tarlalarda çalışanları görmek onlara  yaşam zevki veriyor ve yanlızlık hissini yenerek yeniden yaşam hisleriyle doluyorlardı.

Antalya’da  da liman yoktu. Eski Liman denilen Kaleiçi önlerinde demirlediler.

Fethiye’ye uğradıklarında Liman Reisi Antalya limanında bir batık gemi olduğundan demirlerken dikkatli hareket etmelerini ve batıktan açığa demirlemelerini bildirdi, bir de Deniz İlanı getirdi. Halbuki  Alanya’dan kalkalı çok olmamıştı. 
Bu ne gemisiydi, ve ne zaman batmıştı? Herhalde bir yanlışlık olacaktı. Antalya’ya gelinceye kadar merakları sürdü gitti..Nihayet limanda karşılaştıkları Liman Reisi durumu anlattı.
Meğer  batan gemi Antalya’da birlikte macera geçirdikleri Fransız gemisi Saint Didier imiş. Uçaklar bu sefer Antalya önlerinde onu yakalamışlar. Milletlerarası hukuku ihlal ettiği için değil,  Türk karasuları içinde bulunduğuna dahi bakmayarak gemiyi torpillemişler. Gemilerden biri batmış. Yaralı olan Saint Didier ise yaklaşık sekiz saat seyirle varabileceği, daha doğrusu sığınabileceği ilk ve tek liman olan Antalya’yı pruvasına almış ve nihayet tüm  itirazlara rağmen gelip falezlerin hemen dibinde demirlemiş.
Antalya Valisi Haşim İşcan ise Ankara’dan gelen talimat uyarınca geminin derhal  Türk karasularını terketmesini istemişse de, 4 Temmuz 1941 akşamı II Dünya Harbi döneminin ünlü savaş uçakları beş İngiliz Bristol Blenheim  bombardıman ve bir de Gladiator avcı uçağına yakalanmış. Avcı uçağından bırakılan dört torpidodan ikisinin Saint Didier’e isabet ederek müthiş bir  sarsıntı yarattığı ve birçok evin hasar gördüğü  de anlatıldı.
Şefik Kaptan  filikayla doğruca o yıllarda  mevcut küçük limana çıktı.  Gümrük binası yanındaki  sahil resmen tahrip olmuştu. Zira atılan torpidolardan biri  buraya bindirmiş ve karada infilak etmişti.Bereket torpito cephane yüklü ambara isabet etmemiş. Yoksa şehirde de hasara ve insan kaybına sebebiyet verirmiş. Yalnız uçakların atıp da evvela tutturamadıkları torpil rıhtıma isabet ederek 20-30 metrelik bir kısmı harap etmiş. 
İsabet alan gemi çok yavaş batmasına rağmen, içinden çıkacak vakit bulamayanlardan epeyi de boğulan olmuş. Kaptanı yaralı olarak suyun üstünde bulmuşlar, kurtulanlar hastahanede ve diğer askeri yerlerde enterne edilmişler.
Saint Didier’in  kaptanını Gazi Erkek Mektebi’nde ziyaret ettiler. Kendisine itibar gösterilmiş ve  kentte o sırada mevcut  tek otelde kalıyormuş.  
Şefik Kaptan Fransız Kaptana geçmiş olsuna gittiğinde karşılaştığı tablodan derin  üzüntüye kapılarak ağlamaklı oldu. Daha 10-15 gün evvel kurtulmanın sevinci içinde olan kaptan,  perişan bir vaziyetteydi.     
Dediklerine göre  otuzdan fazla yaralı vardı. İlk günlerde ağır yaralı olan bir denizci vefat etmişti.  Bir de boğulan veya  aldığı ağır yaralardan dolayı ölenleri Antalya’daki Klatin Katolik Mezarlığı’na defnetmişler. Geminin  doktoru olduğunu öğrendiği Albay Lazarel   Devlet Hastahanesi’nde yaralılara çok ilgi gösterildiğini söyleyip, teşekkür etti. Onları, sonra yaralıları ve diğer kurtulanları oradan alıp  önce Burdur’a ve  sonra da  Isparta’daki  yabancıların enterne edildiği bir binaya  sevkedeceklerdir.
Talihsiz Refah Şilebi ile 
son defa karşılaştılar

Tunç vapuruyla yaptıkları Akdeniz seferleri dokuz aydan fazla sürdü. Bu müddet zarfında uzaktan ve yakından birçok harp sahnelerine tanık oldular.    
Bir dönüş seferinde gece çökünce Manavgat açıklarında demirleyerek sabahı beklemeye başlamışlardı. Barometre, yakın bir fırtına işaret edecek kadar düşüyordu. Bunun üzerine kışın bu sahalarda çok netameli olan Güneyden esen fırtınalarının sahile yakın durumda bastırmaması için on mil açığa açılarak denizde stim üzerinde geceyi geçirmeyi uygun buldular. Civarda bu tedbiri ihmal eden bir ecnebi gemi bütün gayretlerine rağmen sahile yakın olduğu için kalkamayarak Antalya’da karaya sürüklenip parçalanmış dururdu. Bu geminin enkazı  gemicileri daima  dikkatli olmaya davet ederdi. 
Hava bastırıyordu..Şefik Kaptan gemiyi  karaya gitmekten kurtarmak için tek çareyi olabildiğince   dalgaların kırıldığı  sahile yakın bir alanda  açık denize  seyretmek suretiyle karasuları dışına çıkmak zorunda kaldı. Her ne kadar bu önlemi alırken emirleri dinlememekten doğabilecek sıkıntıları da biliyor ve verilen talimata uygun düşmeyeceği için masa başından kendisini yargılamaya kalkışacaklara kulaklarını tıkamaya çalışıyordu.  Fakat talimata uygun olarak  tarafsız bir ülke  ticaret gemisi olduklarını  gösterebilmek adına her iki bordada  boyalı Türk bayrağını gösterebilmek için  reflektörlerini yakarak geceyi geçirmeye başladılar. 
Açıkcası denizin ortasında,  kopkoyu karanlık Akdeniz’de  adeta sahneye fırlamış bir revü yıldızı gibi ışıl ışıldılar. Reflektörlerin aydınlattığı denizde kanlı bir didişme oluyordu. 
O yıllarda daha radar denen  cihaz pek ilkel olduğundan  geceleri gemileri keşfedebilmek ancak projektörlerin  huzmelerine yakalanmakla mümkün olabiliyordu. Tunç şilebi ise ışıklarını  yakmış, sahnede  gösteri yaparcasına  karanlık denizde  öylesine kolay bir hedef tahtası gibi  duruyordu. O dakikalarda   karşılarındaki manzara müthiş kanlıydı. Köpek balıkları gemiden atılan nevarsa bunlara  inanılmaz bir hışımla atılıyor ve dehşet verici  kıvrılışlarla denizi karıştırıyorlardı. Bu canavarlar sadece beslenmek için saldırmaktaydılar. Denizlerde devam eden amansız savaş sırasında batan gemilerden denize düşen  binlerce denizcinin akıbeti akla geldikçe  korku insanı ürpertiyor, soluksuz bırakıyordu. 

Yine Mersin’den dönüş seferlerinden birinde Bodrum Limanına doğru ilerlerken Mersin istikametine giden bir gemiye rastgeldiler. Aylardır buralarda ve bu istikamete giden şilep görmediklerinden merak  ederek gemiye  yaklaştılar. Baştarafında Refah yazıyordu. 
Refah şilebi  Barzilay  ve Banjamin Vapur Kumpanyası’na ait  üç ambarlı bir  gemiydi. 1931 yılında denizlerdeki ilk otuz yıllık ömrünü tamamlamış, S/S Perseveranze isimli bu gemiyi  Barzilay Benjamin Vapur Kumpanyası satın almış S/S Refah adını vermişlerdi. Sahipleri İstanbul’lu  Musevi iki aileydi ve Mason oldukları söylenirdi. Nitekim, geminin bacasında Masonluğun alâmeti olan bir şekil baca forsunu teşkil ediyordu. Savaş yıllarının yoklukları içersinde bakımsızlıktan alabildiğine dökülen  Refah’ın sahibi olan bu firma zabitan olarak daha çok bahriyeden ticaret gemilerine geçen denizcileri istihdam eder, gemilerinde çok sıkı bir disiplin uygulanırdı. Türk gemi siciline kayıtlı ve Devlet Denizyolları İşletmesi’ne ait  Güneysu ve Aksu isimli posta vapurlarının ilk sahipleri de yine bu şirketti. Bu şirketin Sosyete Vapurculuk TAŞ isimli bir şirketi daha vardı ki, Karadeniz’de posta seferi yapan  S/S Güneysu ve S/S Aksu isimlerindeki gemilerdi.Bu iki gemiyi  Sosyete Vapurculuk TAŞ  adına 11 Ocak 1934’de  Türk gemi siciline  geçiren Barzilay ve Benjamin  ortaklığı S/S Gratz’a  S/SGüneysu ve S/S Leopolis’e S/S Aksu adını vermişti.Devlet tekelinin yolcu taşımacılığına musallat olduğu yıllarda ise,  bu iki posta gemisi de  Devlet Deniz Yolları İşletmesi Umum müdürlüğü adına devletleştirilmişti.
      
Krom yüklenecek denilen Refah’ın çok başka bir amaçla hazırlanmasının istendiği sonradan ortaya çıkmıştır. Kafile komutanı olarak tayin edilmiş olan Yarbay Zeki Işın, Mersin’de gemiyi gezmiş ve Deniz Askeri Nakliyat Genel Komutanlığı’ndan telefonla Amiral Hüsnü Gökdenizer’i bularak ona, “Amiralim, bu gemiyle personel gidecek. Oysa gemi can emniyeti bakımından sefer için elverişli değil!” demiş, fakat müthiş bir kızgınlıkla terslenmişti. Mersin’e  boş olarak gönderilen Refah’ın krom yüklenmesi yerine, personel yüklenmesi meselesinin nereden çıktığı  bilinmedi. Fakat bu bir gizleme idi!... Neyazıktır ki, bu acı gerçeklere rağmen, o feci akıbeti önlenemeyecek ve o  vatan evlâtları adeta bile bile ölüme gönderilecektir.. 
Birkaç gün sonra  hemen  çoğu şehit düşecek askerleri almaya giden bu geminin Mersin’e böyle  bir sefer için seyrettiğini de bilmiyorlardı. Acaba işler düzelmiş, yollar açılmış mıydı? Hem düdükle ve hem de çok yakın geçtikleri için şapkasını çıkararak selamladıkları Refah’ın süvarisi İzzet Kaptan ve denizci arkadaşları olan mürettebatı meğer son gördüklerini de bilmiyorlardı! Çok feci bir akıbete doğru gittikçe yaklaşan bu talihsiz gemiyi ufukta kayboluncaya kadar o zaman anlayamadıkları bir hüzünle takip ettiler. Onları seyrederken Şefik Kaptan’ın  kalbini derin bir hüzün kaplamıştı. Bu hüznün nedeni acaba  birtürlü bilemediği   ve “Malûm oldu..” dedikleri bir his miydi  acaba? Aylardan beri yaptıkları seferlerle her zorluğa ve hatta bitmek tükenmek bilmeyen tehlikelere alışmış olmalarına rağmen  ölümle burunburuna bir yaşamın sürüp gittiği  denizlerde bir başka Türk bayraklı geminin de seyrine gönlü razı olmamıştı. 


 
Tunç Vapuru’nun inşa adı; “Laskar” idi. 1891 yılında  Tyne, Wigham Richardson &Co.’nun Low Walker’daki Neptune Yard’da Yard No. 252 ile kızağa konmuştu. Aynı sene hizmete girdi. 1729 grt. 1101 nrt. idi. Wigham Richardson & Co. yapımı ana buhar makinesi  T3cyl ve 172 nhp azami güç üretiyordu. Aralık 1891’de Londra merkezli George Tweedy & Co. armatörlük firması tarafından hizmete alındı.1894’de Londra merkezli London Steemers Ltd. adına kaydedildi. 1897’de Fiume merkezli Hungarian Levante Steamships Co.Ltd. satın aldı ve “Vaskapu” adı verildi.
1904’de Odesa merkezli  Russian Steam Navigation & Trading Co, satın aldı ve “Vcesta” adı verildi. 1924’de İstanbul merkezli Sadıkzade  Biraderler & Co. firması satın aldı ve “İnönü” adı verildi. 
1933’de Vapurculuk Türk AŞ.’ye devredildi.1936’de Devlet Denizyolları İşletmesi’ne devredildi.1941’de adı “Tunç” olarak değiştirildi.
1949’da Ayakapı-Kalafatyeri arasındaki sahilde söküldü.

 
 Kaptan Şefik Gogen’e  Tunç  vapuruyla  Yunanistan’a   hemen tamamı  kuru gıdadan oluşan yardım mazemelesi götürmek üzere  hazırlık yapması da bildirilmişti. Bu beklenmedik bir sefer beklentisi idi. Kurtuluş Vapuru’nun Marmara Adası’nda karaya bindirip batması sonucu yarım bıraktığı görevi Tunç vapurunun devam ettirmesine karar verilmişti. Yapılan açıklamada  31 Ocak 1942 tarihinde yola çıkabileceği duyurulurken, daha sonra hareket tarihinin Şubat’a kalacağı bildirilmiştir. Bir müddet sonra ise  Tunç vapurunun uzak seferlere dayanamayacağı çekincesi ile yerine Dumlupınar adlı vapur Yunanistan’a yardım malzemesi götürmekle görevlendirilmiştir. Nitekim 13 Şubat 1942 tarihli bir haberde Dumlupınar’ın yük almaya başladığı ve ilk anda 400 ton fasulye yüklendiği belirtiliyordu. Ayrıca, Türk gazetecilerinin başlattığı mesleki dayanışmanın devam ettiği görülmüştür. Bu sefer için  belediye memurları, Atina’daki meslektaşları için 600 koli hazırlamışlardı.

Eylül 1944’de Müttefik Kuvvetleri Almanya’nın Belikça sınırlarını geçmişti. Türkiye Denizcilik İşletmeleri de Karadeniz’de yeniden vapur seferleri başlatacağını duyurdu.8 Eylül 1944 cuma gününden itibaren gerçekleşecek bu postalar cuma ve salı günleri sabah saat 5’ te  Sirkeci’den kaldırılacak ve bu vapurlar hem yük, hem yolcu taşıyacaklar, ayrıca 10 Eylül 1944  tarihinden itibaren  de Bartın hattına haftada bir vapur kaldırılacaktı. Karadeniz hattına cuma günü sabah beşten itibaren  Karadeniz vapurları kaldırılacaktır.  Bartın hattına “Ülgen” vapuru işleyecektir. Bundan başka İzmit hattı postaları da iptal edilmiştir. İngiliz yardımı olarak İskenderun’a  mühim miktarda otomobil  lastiği, un ve  kadana atları ile Willis cipleri, benzin ve gazyağı vs  gibi çok çeşitli mallar, pamuklu kumaşlar ve araçlar gelmektedir. İskenderun’a intikal eden  Tunç şilebi de  bu mal ve araçlardan yükleme yaparak birkaç seferinde İstanbul’a intikal etmiştir. 
Akdeniz hattına Nejad vapuru verilirken, Tunç ve Dumlupınar vapurları Karadeniz hattındaki yolcu ve yük fazlalığı nedeniyle yeniden Karadeniz hattına verilmiştir. 


 
Şefik Kaptan 1944 yılı Eylül ayından itibaren  Tunç şilebi ile Karadeniz seferlerini yapacaktır.
İleriki dönemlerde Devlet Denizyolları  Umum Müdürlüğü’nün  zaman zaman Karadeniz  iskelelerine tahsis ettiği Tunç şilebi  1947 yılına kadar hemen çoğunlukla Karadeniz hattında yük ve yolcu seferlerinde yeraldı. Zonguldak, İnebolu, Samsun, Giresun, Trabzon ve Rize’ye  yaptığı seferlerinde dönüşte Hopa iskelesine de yük ve yolcu amaçlı uğramaktaydı. Tarı vapuru da aynı hat için yolcu nakliyatına tahsis edilmişti. 
Tunç şilebi 1948’da hizmetdışı bırakıldı.1949’da ihale ile satıldı ve Haliç’te söküldü.
                                                        ****

Yorumlar

  • yorum avatar
    OSMAN ÖNDEŞ
    13-12-2025 10:59

    Yamaç Erözbek Bey Kardeşimiz,Türk Deniz Ticaret Tarihi konularına sahip çıkan çok özel bir şahsiyetsin.Sayende bu konu da kayda geçti.Okuru bol olsun dilerimSağlıcakla kal Osman Öndeş

Yorum Yazın

E-posta hesabınız sitede yayımlanmayacaktır. Gerekli alanlar ile işaretlenmişdir.

google