yeni
İstanbul
11 Kasım, 2025, Salı
  • DOLAR
    32.30
  • EURO
    35.15
  • ALTIN
    2406.9
  • BIST
    10401.67
  • BTC
    67490.92$

Ata’mızın Ölüm Günü

10 Kasım 2025, Pazartesi 09:28

10 Kasım Atatürk'ün ölüm yıl dönümünde atamızı yad ediyor, onun kurduğu cumhuriyete sahip çıkacağımıza and içiyoruz.

Yıl 1938

Aylardan Kasım, günlerden ise Perşembe…

İstanbul’un semalarında çığlık sesini andırır o siren çalındı. Atamızın öldüğünü haber veriyordu. Sireni duyanlar, Atamızın son nefesini verdiği Dolmabahçe Sarayı'na akın etti. Atamızı seven tüm insanlar, ağlayarak bu ülkenin kurucusu ve kurtarıcısına olan son görevlerini yapmak için adeta birbirleriyle yarışıyordu. Çoğu kişinin elinde mendil, gözlerinde yaş vardı. Bütün bunlar olurken Ankara’da neler oluyordu!

Ankara, aylar öncesinden Atamızın yavaş yavaş ölümüne şahitlik ediyordu. Atamızın iyileşmesi için Dolmabahçe Sarayı’na doktorlar bile gönderilmişti! Gönderilen doktorlar arasında Atamızın sağlık durumu ile ilgili çelişkili görüşler vardı. Yanlış miktarda verilen ilaçlar, hatta hiç verilmemesi gereken ilaçlar mevcuttu. O ilaçları sağlam bir insana verseniz zaten ölürdü. Atamızın sağlık durumu, günü gününe büyük bir merakla takip ediliyordu. Halkı tarafından üzüntü ile Ankara tarafından ise endişeyle.

Bir zamanların Batı Cephesi Komutanı İsmet İnönü, Milli Şef'ti. O da Atatürk gibi herkes tarafından tanınıyordu. İsmet İnönü, her zaman temkinli bir askerdi. Atamız o nedenle İsmet İnönü’yü Lozan Barış Konferansı’na göndermişti. O yüzden Mudanya Mütarekesi’ni İsmet İnönü’ye bırakmıştı. Ve yine o yüzden onu başbakan olarak atamıştı.

İsmet İnönü, başbakanlığı boyunca bazı konularda Atamız ile fikir ayrılıklarına düşmüş, aralarında hararetli tartışmalar olmuştu. Bakış açıları aynı değildi. İsmet İnönü ile Atamız arasında çok iyi asker olmaları ve askeri eğitim almaları dışında pek ortak yön yoktu. Mesela; İsmet İnönü evli ve iki çocuk babasıydı. Topluma bu yönüyle örnek teşkil ediyordu. Atamız ise çapkın bir liderdi. Üstelik bugün bazı sosyal medya hesaplarında -kimlerin olduğu belli- Atamızın sanki kadınlardan çok erkeklere eğilimi varmış gibi gösterilmeye çalışılıyor. Atamıza, bugün dil uzatmaya cüret edenlere bakacak olursak Türk olmadıklarını görürüz. Eskiden okuması yazması olmayan halk; bugün artık okur yazar hale gelmiş, 100 yıl öncesinden çok daha fazla bilgi sahibi olmuştur. Bu iftiraların gerçek olmadığı her ne kadar aşikar olsa da Türk toplumunu bölmek isteyenler, öncelikle Atamıza iftira atacaklarından dolayı bu iftiraların kaynağını tarihi belgelere dayanarak açıklamayı bir görev biliyorum. 

Atamız I. Dünya Savaşı başlamadan hemen önce, 1913 yılında ataşemiliter olarak Sofya’ya gönderilmişti. Atamızın kalbine düşen aşk da Sofya’da başlamıştı. Sofya’dan önce de bazı aşklar yaşamıştı fakat ona ‘’Kalbimi Sofya’da bıraktım.’’ dedirtecek büyük aşkı, Sofya’da bulmuştu. Sofya’da askeri kulüpte tanışmalarına vesile olan dans, ilerleyen süreçte arkadaşlığın ötesinde aşka dönüşmüştü. Mustafa Kemal son derece yakışıklı Türk subayı, Dimitrina Kovaçeva ise ‘’Balkanların Gülü'' lakabı takılan güzeller güzeli genç bir kızdı. Babası ise General Stilyan Kovaçeva idi. Bu aşk; o dönemin Sofya’sı tarafından herkesçe bilinir hale gelmiş, bu durum Türk ve Bulgarlar arasında bazı gerginlikler yaratmaya başlamıştı. Mustafa Kemal daha Sofya’ya ataşemiliter olarak atanmadan hemen önce, Trablusgarp Savaşı’ndan ise hemen sonra Trakya’ya gönderilmişti. Gönderilme sebebi, Bulgarların Doğu Trakya’ya doğru daha fazla ilerlemelerini önlemek ve  Edirne’yi geri almaktı. Savaşın sonunda Mustafa Kemal savaşı kazanmış ve Türk toprakları Bulgarların elinden kurtulmuştu.

Yıl 1914

Mustafa Kemal, Sofya’ya gelir gelmez görevine başlamıştı. Görevi gereği paraya ihtiyacı olduğu halde Osmanlı İmparatorluğu bırakın ek ödeme yapmayı, birçok subayın maaşını bile zamanında veremiyordu. İki-üç ay boyunca maaş almadıkları oluyordu. Mustafa Kemal, bir yandan görevini yaparken bir yandan da öngördüğü savaş ihtimaline karşı Osmanlıyı uyarıyordu. Ne yazıkki bütün uyarılarına rağmen başta Enver Paşa olmak üzere Padişah V. Mehmet de Mustafa Kemal’in uyarılarını dikkate almadı. Ve kaçınılmaz son olan I. Dünya Savaşı'na Osmanlı da dahil oldu.

Mustafa Kemal’in Sofya’ya gönderilmesi ile I. Dünya Savaşı’nın başlama tarihleri arasında tam tamına 1 yıl 3 ay vardı. İşte bu zaman zarfında Atamız da ömrünün sonuna dek, kalbinde taşıyacağı o muhteşem aşk ateşine düşmüştü.

Atamızın Dimitrina ile olan aşkı yüzyılın aşkı olarak dilden dile dolanmaya başlamıştı. Kimileri onlara gıpta ederken, bazıları da onları birbirinden ayırmaya çalışıyordu. Oysa her ikiside birbirlerini delice seviyordu. Bugün yolunuz Sofya’ya düşerse, hâlâ orada onların aşklarını anlatan insanlara denk gelebilirsiniz.

I. Dünya Savaşı başladı

I. Dünya Savaşı başlar başlamaz Atamız, Osmanlı hükümetine telgraf çekerek vatani görev için hazır olduğunu belirten bir yazı yazmıştı. Fakat yazısına cevap gelmedi. Bunun üzerine tekrar bir telgraf daha çekmiş, isteğini yenilemişti. Bu telgraf karşısında kayıtsız kalamayan Enver Paşa, Mustafa Kemal’in Sofya’da önemli bir görev yaptığını ve orada kalmasının daha doğru olacağını belirten bir telgraf göndermişti. Mustafa Kemal bir kez daha anlamıştı ki kendisini sürekli olarak Sofya’da tutmak istiyorlar, böylece Damat Enver Paşa yerini sağlamlaştırırken Padişah V. Mehmet de koltuğunu sağlama alıyordu. Yani her ikisinin de görüşü önce vatan değil, kendi koltukları idi. Bu konuyu da daha sonra ‘’Koltuk Sevdası’’ başlıklı yazımda detaylı olarak anlatacağım. Mustafa Kemal kararını kesin olarak vermişti. Bavullarını toplamış, Dimitrina ile vedalaşmış ve yola çıkmıştı. Vatanı düşmanlardan temizlemek için çıktığı bu yolda kendisine türlü oyunlar oynanmış ama Atamız asla amacından vazgeçmemişti.

Yıl 1923

Tarih 1923 yılını gösterdiğinde artık vatan düşmanlardan temizlenmiş, padişahlık sistemi sona ermek üzereydi. Kurtuluş Savaşı boyunca yanında olan birçok dostu, padişahlık sisteminin devamlılığına inanıyor, çok azı hâlâ Amerikan mandası olma konusunda ısrar ediyordu. Atamızın düşüncesinde ise ta Sofya’dan beri Cumhuriyet kavramı vardı. Hatta aşık olduğu Dimitrina’sı ile de Boris Parkı’nda yürürken çoğu zaman vatan üzerine, kadınların toplumdaki yeri üzerine konular konuşuyorlardı. Dimitrina, her zaman Mustafa Kemal’in görüşlerini destekliyor, hatta Mustafa Kemal’e bazı konularda fikirler veriyordu. Hatta Atamız, Cumhurreisi olduğu dönemde Dimitrina için ‘’Dimitrina sana önceden de ihtiyacım vardı, şimdi de ihtiyacım var.’’  demiştir. Daha önceden de bahsetmiş olduğum ve üzerinde bilhassa durduğum konu; Atamızın sanki erkeklerle birtakım münasebetleri varmış gibi gösterilmesi, ancak Atatürk düşmanlığı ve daha da ötesi Türk düşmanlığından olabilir. Peki, bugün ölümünün ardından tam 87 yıl geçmiş olmasına rağmen neden bu konu bu kadar dillendirilmeye başlandı, özellikle de son 5-6 yıldır!!!

Yıl 2020

Geçtiğimiz son 5 yıllık sürece baktığımız zaman Türkiye ekonomisinin giderek kötüleştiğini, bazı yabancı devletlerin Türkiye üzerinde oyunlar oynadığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Herkesin bildiği üzere F35 savaş uçaklarının Türkiye’ye verilmemesi, Rusya’dan doğalgaz almamızın önüne geçilmek istenmesi ve belki de nice bilmediğimiz tehditler, yasaklar!

Cumhurbaşkanı olmak zor iş, hemde çok zor. Benim yakın çevreme söylediğim bir söz vardır. ‘’Bana Dünya’yı verseler de Cumhurbaşkanı olmak istemem.’’ derim. Karakter olarak özgürlüğüme düşkün biri olduğum için kurallar ve kısıtlamalar karakterime aykırı. Hatta bana kural koymak isteyen olursa inadına aksini yaparım. Bu biraz yaratılış biraz da damarımdaki asil kandan geliyor. Diyelim ki Cumhurbaşkanı oldum, masal bu ya! Sanırım Cumhurbaşkanlığı koltuğunda en az süre ile oturan kişi ben olurdum. Yapacağım ve yapmak istediğim vatani görevler için sabaha kadar birileri beni öldürtmüş olurdu. Vatanını seven ve korumak isteyen kişi gerekirse canından ve her şeyden vazgeçer, vazgeçmek de zorundadır. Bunun maalesef başka yolu yok. Ya vaz geçersiniz ya da taviz verirsiniz. Ama unutulmamalıdır ki; verilen her taviz; vatandan, Türk halkından verilir. Bunun ahlaki boyutunun yanı sıra, ekonomik, vicdani yönü de oldukça ağırdır. İşte Atamız da vatanı uğruna her şeyden vazgeçmek zorunda kalmıştı.

Atamızın yaşadıklarına bakacak olursak;

Hasta olan annesinden,

Hayatının aşkından,

Canından,

Askerlik mesleğinden vazgeçmek zorunda kalmıştı.

Vazgeçişler kolay olur mu hiç, tabi ki çok zor. Ama Dünya’ya gelme amacınız vatanı kurtarmak ise o zaman vazgeçilir, geçilmezse de ilahi sistem tarafından vazgeçtirilir.

Atamızın aşık olduğu kadından vazgeçmesi de elbette kolay olmamıştır. Neredeyse tüm arkadaşları evlenmişlerdi fakat Atamız evlenmeye karşıydı. O da hepimiz gibi bir insandı. Onunda duyguları vardı. Fakat onun, bu Dünya’daki görevini mutlaka yerine getirmesi, bunun içinde ona taviz verdirmek zorunda kalacak hiçbir şeye bağlanmaması gerektiğini içten içe biliyordu. Bazen bilmek de işe yaramıyordu. Aşk, onu apansız ve hiç beklemediği şekilde bir nevi sürgün yeri olan Sofya’da yakalamıştı. Bir yandan vatanı için çırpınıyor bir yandan da kalbine engel olamıyordu. Çünkü biliyordu ki bir gün gelecek, sevdiği kadından vazgeçmek zorunda kalacaktı. İşte Atamızın Sofya'daki ayları, bu ikilem arasında hem vatanını kurtarabilecek hem de sevdiği kadınla mutlu bir yuva kurabilmesine çözüm aramakla geçmişti.

Aşkı, filme bile konu olan Atamızın ardından ona asılsız iftiralar atan ve attıran haysiyetsizler ve/veyahut onların ataları, Atamız savaş verirken acaba ne yapıyorlardı!

Oysa Atamızın hayatı boyunca unutamadığı Dimitrina’sı vardı. Savaş uğruna hayatında tek sevdiği kadından vazgeçmek zorunda olan Atamız hayatı boyunca onu özlemiş ve bunu da dile getirmekten çekinmemişti. Atamıza göre aşk, çok kutsaldı. Fakat önce vatan aşkı geliyordu. Dimitrina’da hayatı boyunca Atamızı sevmiş ve ölüm döşeğindeyken onu rüyasında görmüştü. Bu, kavuşulamayan bir aşkın hazin sonuydu. Dimitrina, asker olan Kemal’in bir gün vatanına döneceğini biliyor ve anlıyordu. Kalbi her ne kadar ızdırap içinde olsa da sevgilisinin vatan aşkına çok büyük saygı duyuyordu. İşte Atamız ile Dimitrina’nın aşkı, böyle bir aşktı.

‘’Aşk, kavuşulamazsa aşktır.’’ diyenler var olsa da aşkın devam etmesi karşılıklı iki kişiye bağlıdır. Hatta, biri ölürken diğeri onun öldüğünü bilsede ölen kişiye olan aşkı devam eder. Gerçek aşk tam olarak da budur. İnsanlar evlenmiş olmak için evlenmemelidir. Hayat sadece evlilikten ibaret olmadığı gibi sadece iştende ibaret değildir elbet. Bu konuda özellikle anne ve babalara büyük sorumluluk düşüyor. Özellikle bizim toplumumuzda çocuklar kaç yaşına gelirse gelsin aslında birey olarak kabul görmüyorlar. Sanki birey olabilmek evlilikten geçiyor! Oysa 18 yaşına gelmiş her insan birey kabul ediliyor yasalara göre. Bu konuyu da yine başka bir yazıda ayrıntılı olarak ele alacağım.

Evlilik meselesine kısaca değinecek olursak, eğer kadın ve erkek birbirleri ile olmaktan mutlu iseler Dünya Cennet, yoksa Cehennem oluyor. Genellikle kadınları vuran erkekler de maalesef kadınlara bu Dünya’da cehennemi yaşatıyor. Bu hukuki bir konu olduğu için başka bir yazıda anayasadaki kanunlara göre anlatmak çok daha doğru olacaktır.

Gelelim Atamızın evlilik hayatına

Atamızda hepimiz gibi bir insandı nihayetinde. 29 Ocak 1923 tarihinde Latife Hanım ile evlenmiş, yaklaşık 2 yıllık süren evlilik hayatının ardından boşanmak durumunda kalmıştır. Latife Hanım, Atamızın kendisini boşamasından sonra bir daha kimseyle evlenmemiş, ömrünün sonuna kadar da Harbiye’de eski ordu evinin (eski merkez komutanlığı) karşısındaki apartman dairesinde oturmuştur. Atamızla olan her münakaşa sonrasında İsmet İnönü’yü devreye sokmuştur. Fakat bardak taşınca Atamıza da Latife Hanım’ı boşamaktan başka çare kalmamıştır.

Latife Hanım hakkında

Günümüzde Latife Hanım üzerine birçok kitap yazılmış, çizilmiştir. Fakat Bulgar Yazar Liliana Serafimova haricinde kimse Atamızın gerçek aşkı olan Dimitrina Kovaçeva ile ilgili kitap yazmamıştır. Mesela Latife Hanım için 8-9 dil biliyor diye yazmıştı bir roman yazarı. Oysa Latife Hanım; Fransızca, Arapça, mükemmel derecede İngilizce ve biraz da Farsça biliyordu. Yine Latife Hanım’ın Atamıza olan düşkünlüğü anlatılır mesela. Nasıl bir düşkünlüktürki herkesin içinde Atamıza bağırmak, hakaret etmek Latife Hanım için önem arz etmiyordu. Latife Hanım’ın akrabalarından biri olan Vedat Bey ile de araları iyi değildi. Hatta Vedat Bey, Çankaya Köşkü’nde bir müddet kalmış ve Latife Hanım bu durumdan çok rahatsız olmuştu. Rahatsızlık duyma sebebi acaba bugünde Atamıza atılan iftiralar ile mi ilgiliydi yoksa işin iç yüzü çok daha farklı mıydı! Bütün bu soruların cevapları da elbette yakın zamanda ortaya çıkartılacaktır. Vedat Bey ile ilgili dedikodu ve iftiralar, Atamız zamanında söylenmeye başlamış olacakki bugüne kadar ulaşmış. Atamız, dedikodu yapan daha doğrusu iftira atan bu insanları istese pekala ortadan kaldırabilirdi. Demek ki bu durum sadece bir iftiradan ibaretti ve günün birinde gün yüzüne çıkartılacaktı. Atamız acaba Vedat Bey’i korumak adına mı susmuş, hiçbir şey açıklamamıştı yoksa o dönemde çok ama çok önemli bir görevde bulunan  devlet adamının ifşa olmasını engellemek adına mı susmuştu! Bütün bu sorular sadece şimdilik bir soru işareti. Günü geldiğinde açıklanması gerekenler açıklanır, tıpkı Atamızın Türk halkına bıraktığı vasiyet gibi!

Atamızın vasiyetinin şimdiye kadar açıklanması beklenirken ölümünün ardından 87 yıl geçmesine rağmen neden açıklanmamış ya da açıklattırılmamıştır? Vasiyette neler yazılı idi, yazılanlar kimleri rahatsız etti?

Gerçekler bir gün ortaya çıkar. O gün geldiğinde, gün bizim günümüz olacak ve tarih yeniden yazılacak hemde tüm çıplaklığıyla. Türk susmaz, susturulamaz. Kalpleri çirkin insanların attığı iftiralar Atamızı kirletmez. Atılan iftiralar ya da birileri tarafından söyletilen bazı çirkin kelime ve cümleler de sahiplerine aittir. Hiçbir zaman kimse ama kimse Atamızın kalbimizdeki yerini alamaz.

Farz edelim ki Atamız bazı insanların iftira ettiği gibi bir insan. Yine de bu vatanı kurtarmış, canını hiçe saymış, kendi hayatından vazgeçmiş bir insana şükran duygusu olmalı ve saygı gösterilmelidir. İnsanlar başkalarına iftira atarken, dedikodu yaparken öncelikle kendilerine dönüp bakmalılar. Konuyu fazla uzatmadan asıl meselemiz olan konuya geri dönelim, bugünü tekrar anmamıza vesile olan o kara güne!

Atamız hastalığı sırasında bile vatanı için çalışmaya devam etmiş, kendi sağlığını hiçe saymıştı. Zaten gençliğinden vefatına kadar sürekli hastalıklar ile mücadele etmişti. O’nu asıl yoran, hastalıkları olmamıştı. Halkını bu kadar sevmese bu kadar zalimliğe ve ihanete katlanır mıydı? Dahi olan biri, kendisine kurulan tuzağın farkında değil miydi! Elbette biliyordu. ‘’Beni Türk doktorlarına emanet ediniz.’’ diye boşuna mı demişti. Atamızın izni olmaksızın Hitler bile Atamızın durumunu öğrenmek için doktor göndermemiş miydi! Atamızın ise hastalığı sırasında isteği, halktan bir insan gibi bahçe içinde küçük bir kulübede yaşamaktı. Maalesef bu dileğini gerçekleştiremeden vefat etti.

Tüm bu süreci izleyen Ankara çoktan hazırlığını yapmış, İsmet İnönü cumhurreisi seçilmişti. Bu konu da ayrı yazılması gereken bambaşka bir konu!

Oyunlar kuralına göre oynanır

Bu Dünya’da yaşananlar sadece bir oyun. Oyunları da kuralına göre oynamak gerekir. Eğer kuralına göre oyunu oynarsanız, kazanan siz olursunuz. Bu oyunun tabi ki birde kural koyucusu var. O da Tanrı. Tanrı ne derse o olur. Biz ise sadece oyunu kazandık zannederiz. Ama bu oyun bir defaya mahsus değildir. Sonsuzdur. Sonsuz kere oynanır. Bu oyunun en önemli kuralı dürüstlüktür.

Gelelim bir başka oyuna…

Cumhurreisi olmak da bu oyundaki oynanabilinecek en zor oyunlardan biriydi.

Cumhurreisi olmak hiç de kolay değildi. Suikastler, ihanetler, din tüccarları ve daha niceleri…

  • Cumhurreisi olmak; her an, her hâlükârda ve her durumda milletini korumak demekti.

  • Cumhurreisi olmak; ateşten gömleği giymek ve yanmak demekti.

  • Cumhurreisi olmak; hayatını hiçe saymaktı.

  • Cumhurreisi olmak; halk açken tok gezmek değildi mesela!

  • Cumhurreisi olmak; halkına zulüm uygulamak hiç değildi.

  • Cumhurreisi olmak; koltuğunu düşünmek de değildi elbette.

Cumhurreisi olmak; halkının insanca yaşayabilmesi için var gücüyle çalışmak, halkını muasır medeniyetler seviyesine ulaştırmak, vatan toprağına düşman sokmamak ve dahi korumak, sadece kendi halkına değil aynı zamanda tüm Dünya’ya örnek bir lider olabilmekti. İşte cumhurreisliğine soyunanlar bu vasıflara sahip olmalı, aynı zamanda da karakter olarak böyle yaratılmış olmalılardı. Velhasıl cumhurreisi olmak; hayatı uğruna vatanı korumak ve kollamaktı. Zaman içerisinde Atamızın vefatından sonra cumhurreisi olan devlet adamlarından bazılarında bu cesaret pek olamadı. Devletin başında olmak, birtakım yükleri de bereberinde getiriyordu elbette. Dış ülkeler Türkiye’ye yani ilk başta cumhurbaşkanlarına baskı yapıyorlar, birtakım tehditlerle Türkiye’nin gelişmesini engelliyorlardı. Çünkü biliyorlardı ki eğer Türk isterse her şeyi ama her şeyi yapar. 

Medeniyeti Dünya’ya yayan ve daima önderlik eden Türklerdir

Medeniyet denilen unsur çok eski çağlardan beri zaten vardı. Birçok medeniyet yok olup, tekrar tekrar yeni medeniyetler ortaya çıkmıştı. Bir medeniyetin yok oluşu, o medeniyeti meydana getiren unsurlarda oluşan birtakım sıkıntılara bağlıdır esasen. Mesela; halkın giderek ahlaki açıdan bozulması, aile hayatlarında karşılıklı sevgi ve saygının kalmayışı, cahillik ve yobazlık… İleri medeniyetlerin yok oluşu Kuran-ı Kerim’de belirtilmiştir. Demek ki sadece ileri medeniyet olmak tek başına yetmiyor, ahlak olarak da gelişmemiz gerekiyor.

İsmet İnönü hakkında

Atamızın sağlığında da sık sık aralarında fikir ayrılıkları olduğu bilinen İsmet İnönü, ta Kurtuluş Savaşı sona erdiğinde ‘’Kemal, her şeyi bırakıp gidelim. Kendimize birer çiftlik satın alıp çiftlik hayatı yaşayalım.’’ demişti. Oysa Kurtuluş Savaşı’nda İsmet İnönü de tıpkı Atamız gibi aynı uğurda savaşmıştı. Savaş bitip vatan toprakları kurtarıldıktan sonra ne oldu da ya da kimler neler söyledi de İsmet İnönü kurtarılan vatandan vazgeçip silah arkadaşı Kemal’e böyle bir cümle söyledi! Acaba İsmet İnönü ta o zamanlarda vatan hainlerinin sonunun gelmediğini bildiği için ve hâlâ bazı dış güçlerin bizim vatanımız üzerinde birtakım imtiyazlar istemesinden dolayı çekinmiş miydi?

İsmet İnönü, Kurtuluş Savaşı başladığında evli ve iki çocuk babasıydı. Tüm gücüyle savaşan İsmet İnönü, savaşta ölmesi daha muhtemel iken neden çekinmişti de o kadar çekilen sıkıntıları ve ölen mehmetçikleri bir nevi hiçe saymak zorunda kalarak çiftlik alma kararı almıştı! Ya da İsmet İnönü’yü kendi ailesi ile mi tehdit etmişlerdi? Atamız neden hep yalnızdı? Latife Hanım ile olan yaklaşık iki yıllık evlilik hayatından sonra neden  bir daha evlenmemişti ya da çocuk sahibi olmamıştı! Hepimizin bildiği üzere Atamıza defalarca suikast planlanmış ve birçoğu da gerçekleştirilmişti. Yine o dönemde en yakın arkadaşı Ali Fuat’ı bile suikaste iten neden neydi? Neden bu kadar Atamıza sırtlarını dönmüş, onu yalnız bırakmışlar ve yalnızlaştırmışlardı? İşte tüm gerçek tarih, bu soruların altında saklı. Atamızın ölümünden tam tamına 87 yıl geçmiş olmasına rağmen bugünün ünlü tarihçileri neden bu soruların yanıtlarını Türk halkına izah etmiyorlar! Yoksa onlarda mı birilerinden çekiniyor ya da onlarda aileleri ile mi tehdit ediliyorlar?

Ailesi olan insanlar, her ne kadar Atatürk’ü sevse de bazen aileleri ile tehdit edilerek susturulabilirler. Fakat bu durum, genel olarak halk üzerinde ters bir tesir yapar ve Ata sevgisi daha artar. Psikolojide bu duruma paradoks denilir.

Unutulan bir detayda şu:

İsmet İnönü, sürekli Ankara'dan Atamızın sağlığını soruyordu. 

Sizlerinde bildiği gibi Atamızdan sonra 2. Cumhurreisi olarak İsmet İnönü seçildi!

Seçildi mi seçtirildi mi?

Atamız hasta yatağında günlerce yatarken Milli Şef İsmet İnönü, neden Dolmabahçe Sarayına gelmemişti ya da gelememişti?

Dönemin Başbakanı Celal Bayar, neden alelacele Ankara’ya dönmüştü? İsmet İnönü, Atamızın ölümünün ertesi sabahı nasıl Cumhurreisi koltuğuna oturmuştu? Ve İsmet İnönü’nün döneminde, Atamızın bu vatan için ömrünü harcadığı neler yok edildi?

İsmet İnönü döneminde

Atamızın ardından yaşanan bazı olaylar, Türk halkı tarafından fazlaca benimsenmemiş olsa da yönetim biçimimiz ilelebet Cumhuriyet olacaktır. Mesela; Atamızın zamanında Ankara’nın Etimesgut ilçesinde kurulan uçak fabrikası, İsmet İnönü döneminde kapattırılmıştır.

Nuri Killigil tabanca, havan ve mühimmat fabrikası,

Nuri Demirağ uçak fabrikası yine kapatılan diğer fabrikalarımızdandır.

Son derece önemi olan bu fabrikalar, dış güçleri rahatsız etmiş olacakki alelacele dönemin Cumhurreisi İsmet İnönü’ye talimat verilerek kapattırılmış.

Atamızın Türk liralarındaki resmi kaldırıldı, yerine İsmet İnönü kendi resmini koydurttu.

Eğitim sisteminde de elbette değişiklikler yapılmaya başlandı. Velhasıl İsmet İnönü ile başlayan bu süreç, sırasıyla yavaş yavaş ve sinsi sinsi birtakım dış güçlerin müdahaleleri ile devam etti.

Kendi üretmeyen, düşünmeyen ve düşünen insan istemeyen, okumayan ve okutturulmayan, yapılan buluşlara destek verilmeyen aksine önü kesilen projeler ve daha neler neler…

Liderlik üzerine

Bir lider; toplumuna faydalı, örnek olabilen, halkına saygılı ve halkını seven bir birey olmalıdır. Tabi bunun yanında vizyonu olmalıdır. Vizyonu olmayan bir kişi, lider özelliğine sahip değildir. Liderden çok yönetici olabilir ve hatta yönetilen olabilir!

Ümitsizlik yok

İnsanlar kendi geleceklerini belirlerken birtakım sorunlarla karşılaşabilir. Fakat unutulmamalıdır ki kader, çabaya bağlıdır. Hemen vazgeçmek, ümitsizliğe kapılmak biz Türklere yakışmaz.

Atamızın açtığı yolda yürüyen milyonlarca insan Cumhuriyet’e sahip çıktı ve çıkmaya da devam edecek. Hayattayken vatanı için ölümü göze alan, kendi hayatından vazgeçen, daima milletini düşünen Ulu Türk; hiç unutulur muydu!

Ey Türk Milleti,

Uyan,

Oynanan oyunları gör.

Sessiz kalma,

Prangalarını kır.

Damarında akan asil kanın hakkını ver.

 

Türk oğlu Türk,

Sen ezelden beri hür doğdun, hür yaşadın.

Esaret edilemeyen,

Zincir vurulamayan

Bir milletin oğlusun.

 

Hatırla,

Atalarını yad et.

Bir kere daha and iç,

Türklüğün gücünü göster.

 

Atalarının aziz ruhları için savaş,

Gelecek nesiller için savaş,

Kendi hayallerin için savaş,

Öyle bir savaş ki tüm Dünya bilsin

Türk ölmez ve öldürülemez.

Türkleri öldürmeye çalışacak, sürgün etmeye çalışacak, ana yurtlarını başkalarına satmaya kalkışacak dış güçler ve / veya bunlarla hareket eden insan ve gruplarda bir gün mutlaka hesap verecekler.

Bugün herkese hükmeden ya da hükmettiğini zanneden Amerika, sömürgecilik faaliyetlerine yüzyıllar öncesinden başlayan İngiltere, Amerika ve İngiltere’den güç alan İsrail, Fransa, İspanya gibi ülkeler gün gelecek Türkiye’nin isteklerini yerine getirmeye mecbur kalacaklar. Bu yazdığım son cümle bazılarına çok iddialı geliyor olabilir. Bu yazıyı lütfen not ediniz. Bir gün ama çok yakın bir günde ansızın tezahür ediyor olacaktır!

Devletler üzerine

Miletler, Dünya üzerinde dağılım gösterirken yüzyıllar süren savaşlar neticesinde bulundukları coğrafi alanda devletleri oluşturmuştur. Devlet, her ulus için en önce olması gereken bir niteliktir. Devlet olmazsa ulus da olmaz. Ama partiler olmadan ulus var olabilir. Her zaman, aslolan devlettir. Bizim devletimiz de çok şükür yönetim biçimi Cumhuriyet olan güçlü bir devlettir. Öyle güçlü bir devlettir ki Atamızın döneminde olduğu gibi Atamızdan sonra da dış güçlerin çeşitli oyunlarına karşı ayakta kalmıştır.

Özellikle Amerika’nın bizim ülkemiz üzerinde eskiden beri oynadığı oyunlar artık haddini fazlasıyla aşmıştır. Haddini bilmeyene de haddini bildirmek farzdır. Had ve Hadsizlik meselesi üzerine de yazdığım başka bir yazıyı okumak isterseniz aşağıdaki konu başlığına basmanız yeterlidir.

Had ve Hadsizlik

Özel seçilmiş ulu ruh

Türkler özünde iyi ruhlu insanlardır. Bazı ruhlar, bu Dünya’ya seçilmiş olarak gelir. Tıpkı Gazi Mustafa Kemal Atatürk gibi. 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı nedeniyle daha önceden yazmış olduğum ‘’Kölelik Sisteminin Sona Erdirilme Günü’’ yazımda asil kan meselesinde kısaca değinmiştim. Merak edenler, yazımı aşağıdaki bağlantıdan okuyabilir.

Kölelik Sisteminin Sona Erdirilme Günü

Ve yine ‘’asil kan’’ meselesinden söz açılmışken asillik ve asalet nedir, bu kavramları da iyi ve doğru özümsemek lazım gelir. Asalet soydan gelir diyenler olduğu gibi –elbette soy çok ama çok önemlidir- asıl mesele sadece soy meselesi değildir. Asalet soydan değil, ruhtan gelir. Bu konu ile alâkâlı yazdığım yazıyı da aşağıdaki bağlantıdan okuyabilirsiniz.

Asalet Soydan Değil, Ruhtan Gelir

Sırların ifşası

Asırlardır devam eden savaşlar bizlere göstermiştir ki insanoğlu dur durak bilmemiştir. Taht için kendi babasını, kardeşlerini öldürtmekten çekinmeyen kişiler başkalarını öldürmekten ve öldürttmekten tabi ki rahatsız olmazlar. Onlar için de aslolan sadece kendi tahtlarıdır. Fakat unutulan bir şey vardır ki bu Dünya sonsuzdur. Her ne yapıyorsak kendimize yaptığımızın farkına ve idrağına vardığımız gün savaşlar da biter, kin de biter, kıskançlıklar da biter. Bulunduğumuz çağ çok ama çok özel bir çağdır. Birçok sırrın ifşa olduğu ve çok daha da fazlasının ifşa olacağı bir dönem içerisinde bulunuyoruz. Hep beraber bu döneme şahitlik ediyoruz ve edeceğiz. Sırlar ifşa oldukça insanoğlu bir kez daha anlayacaktır ki Türk’ün bileğini kimse bükememiştir.

Bundan sonraki süreçlerde sizlere bazı günlerle ilgili daha detaylı yazılar hazırlayacağım. Şimdiye kadar bilinmeyen ve/veya üstü örtülen, örttürülmek istenen nice tarihsel süreç ve kalıntılar, savaşların ardındakiler, Atamıza atılan iftiralar, yapılan suikastlar ve daha niceleri…

Türklük üzerine

Türkü kimse susturamaz. Haksızlığa boyun eğdiremez. Türk, her zaman öndedir ve öncüdür.

Atamızın önderliğinde bir kez daha Türklüğümüzle ne kadar gurur duyduğumuzu ve bu uğurda gerekirse canımızı hiçe sayacağımızı tüm Dünya bilmelidir.

Bu yüzyıl, geçmiş yüzyıldan çok farklı olarak birtakım gelişmelere ve delillere gebe. Nasıl bir anne yavrusunu doğurmak için 9 ay bekliyorsa Türk milleti de tekrar doğacağı günü bekliyor. 29 Ekim 1923 günü, Türk olarak nasıl yeniden doğduysak bu seferde küllerimizden öyle doğacağız. Umutsuzluk yok, ümitsizlik yok.

Bu vatan için şu anda yapmamız gereken en önemli unsurlardan biri, hangi işi yapıyor olursak olalım mutlaka en iyisini yapmaya çalışmaktır. ‘’Vatanını en çok seven görevini en iyi yapandır’’ sözünü unutmayalım. Daima çalışalım ama dürüstçe, insanca! Çalmadan, insanların hakkını yemeden!

Atamız halkı için yaşadı, halkı için öldü. Çalmadan, kimsenin kul hakkını yemeden, milletine değer vererek.

Türklerin ebedi Atası,

Ulu Türk.

Daima senin önderliğinde,

Senin yolundan,

Sonsuza dek,

Hep beraber,

Yürüyeceğiz.

Ne mutlu Türküm Diyene!

Yıl 2025

Aylardan Kasım, günlerden ise Pazartesi…

Tüm Türkiye’de çığlık sesini andırır o siren, yine çalındı. Atamızın öldüğünü bir kez daha hatırlatıyor. Atamızın ebedi istirahatgahı olan Anıtkabir’e yine Atamızı sevenler geldi. Oysa Atamız 87 yıl önce bugün vefat etmişti.

Atamızın arkasından yine hüzünleniyor, ağlıyor ve onu saygıyla anıyoruz. İnsan, sevdiklerinin arkasından hüzünlenir, ağlar. Bu gayet insani bir ruh halidir. Esas bu ruh halini kaybedersek işte o zaman, her şeyimizi kaybetmeye mahkûm hale geliriz.

Ata'mızı her zaman olduğu gibi rahmet, özlem ve saygıyla anıyorum. Ruhu şad, mekânı ebedi olsun.

Yorum Yazın

E-posta hesabınız sitede yayımlanmayacaktır. Gerekli alanlar ile işaretlenmişdir.

google