A.S.P.
İstanbul
27 Temmuz, 2024, Cumartesi
  • DOLAR
    32.30
  • EURO
    35.15
  • ALTIN
    2406.9
  • BIST
    10401.67
  • BTC
    67490.92$

BİR SEZON DAHA BİTTİ

28 Ocak 2020, Salı 22:38
reklam yerim makale içi

                                                                                                                                                                                                     

         Sezon bitti. Zaten her sene böyle olmuyor mu? Eylül başı günler kısılmaya başlayıp, yapraklar sararıp düşmeye başladığında yazlık belde sakinlerini bir telaş almaya başlıyor. Kışlık turşular, reçeller, tarhanalar yapılıp bitmiş, ıhlamurlar çoktan toplanmış oluyor. Dallarda son kalan kuşların bile yemeğe tenezzül etmediği meyveler,  salkımlarını dökmüş yaprakları kartlaşmış asmalar ve olgunlaşmaya başlayan kış meyveleri muşmula namı diğer döngel, Trabzon hurması gibi meyveler boy göstermeye başlıyor dallarda. Ve okulların açılmasına bir hafta kala yazlıkçı dediğimiz belde sakinlerinin kışlık evlerine avdeti başlıyor. Ehlikeyf birkaç aile kalsada onlarda okulların açılmasına bir gün kala avdet ediyorlar kışlık evlerine. Ortalığa bir sessizlik, ıssızlık hakim oluyor. Bakkallar kapanıyor, büyük marketlerin şubeleri kepenk indiriyor, çay bahçeleri, gece pazarı bir dahaki sezona kadar çalışmalarını tatil ediyor. Sokak hayvanları bile şaşkın, perişan. Sezon boyu aç kalmayan hayvancıklar artık medar-ı maişet peşinde çöp konteynerlerinde rızık arama derdinde ve beldede kalan beş - on hanenin kapısında ümitle kendilerine verilecek biraz yiyeceğin peşindeler.

 

         Silivri’nin  eski bir köyü, yeni planlamayla mahalleye dönüştürülmüş Gümüşyaka isimli beldedeyiz. Eski İngiliz Admiralti deniz haritalarında “Eski Ereğli” olarak geçer. Namı bundan kırk- kırk beş yıl öncesine kadar kum ocağı olan sahillerinden devamlı kum çekerdi güzelim çektirmeler, ufacık emekleme aşamasındaki kosterler. Kosterler o zaman şimdikiler gibi azmanlaşmamış beş yüz haydi haydi bin tonluk tekneciklerdi. Belde sakinleri olarak kum aldırmamak için mücadele eder, o zamanlar jandarma karakolu olmadığı için özel arabalarımızla Silivri merkez karakolundan jandarma getirip tekneleri uzaklaştırmaya çalışırdık. Taal zaman ruh zaman beldemize de bir karakol kuruldu. Kontroller sıklaştı, denizden kum istismarı yasaklandı da kurtulduk bu kum tasallutundan. Bunun da bir - iki sezon sonra semeresini almakta gecikmedik tabi. Denizdeki çukurlar doldu, sahillerimizde kum birikti, kıyı balıklarımız rahatça yumurta dökmeye başladılar. Sonra yollarımız ıslah edildi, parklar yapıldı,nüfus arttı, boş araziler satıldı, parseller doldu, yeni siteler ortaya çıktı ve eski köy, yeni belde İstanbul’a yakınlığı ve kumsalları hasebi ile gözde bir semt olup cıktı.

 

                   Sezonda çok hareketli ve kalabalık olan beldemiz sezon sonu adeta bir ıssızlığa, yalnızlığa duçar oluyor. Belde sakinlerinden maada mümkün olduğu kadar, daha doğrusu havalar iyice soğuyuncaya kadar bu ıssız ve sessiz ortamda kalıp kafa dinlemek isteyen bir emekliler cenneti olmaya devam ediyor. Adları üzerinde işte. Emekli, bir halta yaramayan, ikbalden düşmüş, vakti zamanında mesleklerini icra ederlerken esip gürleyen, her dedikleri ister istemez yerine getirilen, tabiri caiz ile astıkları astık, kestikleri kestik şimdi ise bir halta yaramayan evlerini bile satmak isteseler noter tasdikli aklı selim raporu getirmesi talep edilen asalaklar güruhu işte. Ve de işin acı tarafı bendeniz esfarı baide kaptanlığından mütekait Fahrettin oğlu Sabahat’ten olma 1357 tevellütlü H. Tuncay Alpman’ın da bu dinazorlar fasilesine mensup güruhun bir ferdi olmam. İşin acı tarafı şu ki millet emekli olmak, bir köşeye çekilip tavuk beslemek, çiçek yetiştirmek için kıçını yırtarken ben ve benim gibi bir kaç aykırı kişinin mesleklerimizi icra etmekten men edilmemizi kabul edemeyişimiz. Bu öyle bir dert ki vallahi de billahi de illeti seretandan daha vahim bir şey. Elinizden bir şey gelmeden, bomboş hayatınızı renklendirecek bir gayeniz, bir işiniz yokken yaşam denen bu mezbelelikte hayatı idame ettirmek ne büyük bir azap bilebilir misiniz? Vücutça hiçbir probleminiz yokken, hiçbir maddi beklentiniz olmadığı halde hala çalışmak isteğiniz efkar-ı umumiye tarafından öyle yanlış tefsir ediliyor ki ifadeden acizim. ‘’ Yahu Kaptan ‘’ diyorlar. ‘’ Allah’a hamd et, sağlığın ve sıhhatin yerinde, maddi bir sıkıntın yok, araban-evin-denizde teknen yazlığın var ve sen hala çalışmak istiyorsun. İşte buna bir anlam veremiyoruz. Açıkla bize bu işin sırrını da bizde agâh olalım. ‘’ dediklerinde ‘’ Ey ihvanlar! ‘’ diyorum ‘’ Bunu size nasıl açıklayayım ki? Çünkü sebebini ben bile bilmiyorum. Siz hiç hayatınızda Kuzey Atlantik’te zemheri ayında 9/10 kuvvetinde fırtınaya girdiniz mi, hiç Biscay’da yük kaydırıp 7/8 derece meyilli geminizle yükü limbo edip gemiyi doğrultmaya çalıştınız mı, hiç Mataban’a çıkmadan Vatika Körfezi’nde demirde beklediniz mi, hiç Hind Okyanusu’nda Muson rüzgarlarına yakalanıp günlerce bocaladınız mı? ‘’ Bu arada bazı resimler gösteriyorum ihvanlara bakmaktan imtina ediyorlar. İşte bu kimseler suyu bardakta görüp sefer niyetine Karaköy’den Kadıköy’e geçen Şehir hatları vapurlarında en kabadayısı Yalova veya adalara giden belli bir kesimi de Yenikapı-Bandırma hattında İDO’nun acaibül garibe gemi denen katamaranları ile yolculuk yapan kişilerden ibaret ki sayısı bir elin parmaklarını geçmez. İşte bu gibi iyi niyetli candan arkadaşlarla ömrün kalan kısmını geçirip gök okyanusuna tayin için ordino beklemek yerine tipi, bandırası, yaşı ne olursa olsun seferi ne kadar uzak ve sapa limanlar olursa olsun bir sefinede mihman olup her an bir okazyon yaşayıp, her an bir maceraya hazır olarak sefer eylemek dururken şu sakin ve asude tabiri caiz ile insana terk edilmiş bir belde hissini veren mahalde renksiz ve monoton bir hayatı inat ile sürdürmenin manasını anlayamıyorum. Her şey o kadar rutin ve tekdüze ki adeta kendimi bir robot gibi telakki ediyorum. Zaten yaşamımın bir zombiden farkı da yok ya esasında. Hiç bir beklentim, idealim, yaşam gayem kalmadı. Her şeyimi elimden aldı masa başı godoşları. Yaşımı bahane edip beni gemilerden, evimden yuvamdan uzaklaştırdı adları batası armatör yalakaları.

 

         Marmara Ereğlisi Botaş Doğal Gaz terminali dört mil kadar sancağımızda. Demir sahasında hemen her zaman dev gibi bir iki tanker tahmil, tahliye yapmak için sıra bekliyor. Sahile yakın kesimde özel şahıslara ait bir - iki küçük tesis mevcut ve tesislere mal getirip götüren diğer devasa tankerlere göre cesametçe küçük tankerlerde her an gelip gitmekte yani devamlı sıkı bir trafik var ve ben bu keşmekeşe şahit olup bu işlerin içinde olamamaktan, o gemilerden birinde çalışamamaktan, o havayı teneffüs edememekten o kadar mutazarrırım ki derdimi kimseye açamıyorum, anlatamıyorum. O gemileri gördükçe içimden bir şeyle kopuyor. Kaç kere asabiye doktorlarına gittim. Hiçbiri derdime derman olamadı. Yuttuğum ilaçlar adeta bağımlı hale getirdi beni. Kendi teknem bile yetmez oldu bana. Ulan diyorum kendi kendime benim sonum bu mu olmalıydı? İnsan ikbalden düşer ama bu kadar da olur mu be birader? Binlerce tonluk gemilerin kumandasından filikadan müdevver bir teknenin kaptanlığına kadar düşmek miymiş benim kaderim be tanrım diye isyan ediyorum ama heyhat. Her halde gökteki rahmet pınarları kurudu veya ne bileyim bana kapalı kapılar galiba. Ne demiş ulu tanrı ‘’ Ben hayat kadınları ve denizcilere fazla günah yazmam. Çünkü onlar bu dünya da cehennemi yaşayan insanlardır. ‘’ Gördünüz mü? Bizler tanrının bile fazla günah yazmaktan imtina ettiği kişileriz ki maalesef yalaka ve armatör popo yalamayı meslek edinmiş, popo yalamaktan dilleri evrim geçirerek bukalemun dili gibi uzayarak ağız boşluğuna sığmayan masa başı godoşları tarafından deniz piyasasından diskalifiye edilmiş elemanlarız. Biz, tanrının bile ‘ Dünyada cehennem azabı çeken kullarım ‘  diye nitelendirdiği denizciler o azabı zevke çevirmiş, gemileri evlat bellemiş, evleri bellemiş, denizi ailesinden üstün tutmuş insanlar iken bir - iki masa başı allamesinin imzası ile denizden istirdat ile karaya sürgün edilip emeklilik denilen belaya duçar olmuş asalaklar değil miyiz? Herkesin bir işi var, meşgalesi var. Medar-ı maişet motorunu çalıştırmak için didinip uğraşan insanları görünce utanıyorum kendimden. Evimde sofraya oturamıyorum hulûsi kalp ile. Ben o sofraya oturmaya hak göremiyorum kendimde. Çünkü o sofraya katkım yok benim. Çalışamıyorum, üretemiyorum,tüketiyorum. Bu da beni üzüyor, dilhun ediyor, bir fasit daire içinde dönüp duruyor bir çıkış yolu bulamıyorum. Bulabileceğimi de sanmıyorum. Hani karagöz oyununda, karagöz şanoya girerken ‘ Yar bana bir eğlence ‘ diye trip atar ya bende aynen öyle ‘ Ey ihvanlar bana bir iş ‘ diye bağırasım geliyor ama kim okur, kim dinler vaka-yı mihrü vefayı.

 

         Saat bayağı ilerlemiş, sular kararmaya başladı. Kargalar kapkara bulutlar misali çamlıklara iltica etti. Dalları doldurdular geceyi geçirmek için. Martılar tiz çığlıklar atarak belde çöplüğüne doğru dümen tuttu. Deniz yaratıkları çöplükten rızıklarını çıkarmaya çalışıyor. Kuruttuk denizleri kuruttuk. Biz anlı şanlı Türk Milleti’yiz. İmkânsızı başarmakta üstümüze insan var mı şu kâinatta? Bir iç denizde, bir akvaryumda bile balık neslini kurutup balıkla beslenen hayvancıkları bile belde çöplüğüne muhtaç etmek her kulun becerebileceği bir iş mi? Ama biz becerdik işte. Merhum Sakallı Celal’in söylediği gibi “Bastonunu yere çaksan filiz veren bu bereketli topraklar üzerinde  biz aç kalma mucizesini de becerebilmiş bir milletiz. ”

 

Kumsala indim. Issız ve sessiz kimseler yok sadece refakatçim Kahve, Çiko ve Suzi semtin bekçileri - sokak köpeklerimiz -Tarzan Ahmet’te toparlanmış evine gidecek. Sütre gerisine kaçtım. Yakalanırsam kurtulmam yatsıyı bulur çenesinden. Köyün varlıklı ailelerinden birine mensup ama avare hayatı seçmiş. Vücudunda bir dirhem yağ bulunmayan yaz - kış denize giren, babadan müdevver bir hanede buzdolapsız, televizyonsuz, eşsiz, tek başına yaşayan bir adem ki en sevdiği yemek taze fasulyeyi bulunca dünya nimetlerine sırt çeviren bir acayip adam işte. İki laf etmeye birini bulunca otomatiğe bağlayıp karşısındakinin dinleyip dinlemediğine, anlayıp anlamadığına bakmayan ve biteviye konuşan fakat ağzında diş de bulunmadığından lafları anlaşılamayan tarzanın uzaklaşmasını bekleyip indim kumsala. Botaş demir sahasında iki tane azman tanker var. Birisi LNG kim bilir hangi limandan geldi ve kim bilir hangi limana gidecek? Denizler aşacak, fırtınalara girecek. Burada bu kumsalda gözü yaşlı, gönlü kırık bir dinazor makulesi kaptan eskisinin çektiği azabın farkında bile olmayacak içinde ki personelden hiçbiri. Hah, işte güverte ışıkları da yandı. Karanlığın içinde bir ışık seli, nur yağdı denize. Ne mutlu size meslektaşlarım. Kim bilir hangi millettensiniz, isimleriniz ne, nerelerde ikamet ediyorsunuz, evli veya bekar mısınız?  Bu ve buna müşabih binlerce sual gelip geçiyor kopası, kırılası kafamdan. Çöktüm olduğum yere gözlerim karanlık denizde bir ışık cenneti içindeki cennetlerde, evet gemi bir denizci için dünya cennetidir ama bilmez ki kara insanı. Kahve gelip elimi yaladı, Suzi kıskanıp araya girdi. O da mahsun mahsun bakıyor yüzüme. Sev beni diyor, sev beni. Başka bir şey istemiyorum. Sadece sev beni. İşte masa başı allameleri benimde şu Suzi’den, Kahve’den bir farkım yok his bakımından. Aramızdaki fark;  benim insan, oncağızlarında hayvan olmaları. Etraf iyice karardı. Issızlık elle tutulacak kadar belirgin ve bir ses yankılandı  karanlığın içinden. Adımı çağırıyor, yar-i vefakârım elli bir yıllık eşim, armatörüm, PSC’lüm, liman başkanım, acentam yahu neredesin ne işin var karanlıkta deniz kıyısında? Otorite emredince emre itaat edeceksin. Usulca kalkıyorum yerimden refakatçilerimle birlikte. Aklım demirdeki tankerlerde. Cismim ayaklarını sürükleyerek fakirhane yollarında ve fikrim beni bu kara hayatına mecbur eden zevat-ı muhteremin saygıdeğer sülalelerinde. Bir sezon daha geçti işte. Bende sezonu elimdeki kağıtlara karaladığım saçmalıkları toparlayarak kapatıyorum.

 


H. Tuncay ALPMAN