A.S.P.
İstanbul
27 Temmuz, 2024, Cumartesi
  • DOLAR
    32.30
  • EURO
    35.15
  • ALTIN
    2406.9
  • BIST
    10401.67
  • BTC
    67490.92$

EMEKLİNİN BİR GÜNÜ

22 Mayıs 2018, Salı 15:23
reklam yerim makale içi
 
 
                               EMEKLİNİN  BİR  GÜNÜ
 
            Evde sıkılıp duruyorsun çık biraz gez dolaş, arkadaşlarını filan gör, vakit geçir dediler. Yani açıkçası ayak altında dolaşmada nereye gidersen git, yeter ki evden uzaklaş, git demeye getirdiler.
 
Kaptan eskisiyim ben. Kahveye, meyhaneye gidemeyen, bu şehr-i İstanbul’da bir yar-ı vefakârı arkadaşı olmayan bir rateyim. Nereye gider, kimlerle hemhâl olurum.
 
            Fakirhanede mukim hane halkım bilmez ki benim bu halipür melalimi.
 
            Ne güzel söylemiş Mehmet Akif, Safahat isimli eserinin “Seyfi Baba” isimli manzum hikâyesinde.  
 
           Ne işin var kiremitlerde a sersem desene!
           İhtiyarlık mı nedir, şaşkınım oğlum bu sene
           Hadi aktarmayayım… kim getirir ekmeğimi?
           Oturup kör gibi, namerde el açmak iyi mi?
           Kim kazanmazsa bu dünyada bir ekmek parası:
           Dostunun yüz karası; düşmanının maskarası!
 
          Ömrünün elli yedi yılını gemi güvertelerinde tüketip, gemi ile bütünleşip yaşamı deniz ve gemi olan bir kaptanı karaya çıkartıp denizden uzaklaştırırsanız hayat damarını  kopartıp, yaşam arzusunu  köreltmiş olursunuz. 
 
         Ama bu kapitalist düzende romantizme yer yoktur. Elin ayağın tutarken, armatörün her tip gemisinde, en uzak seferlere, en tehlikeli limanlara, en hurda gemilerle gidip, en olmayacak ,en tehlikeli yükleri her türlü mahrumiyete katlanarak yeri geldiğinde  kumanyasız, susuz kalarak, aylarca maaş alamadan taşırken  sizden iyisi yoktur.
 
            Ama yaşlanıp güçten düşünce ve de arkadan gelen genç kaptanlar yetiştikçe, en mühimi ucuz çalıştıkça sizinde sonunuz Aliağa veya Hindistan’a giden gemilerden farksızdır. Gemileri söküme, sizide sokağa gönderirler. Hatır, gönül, vefa armatörün kitabında yazmaz ve hatta armatör denen herif-i naşerif bu kelimelerin manasını bile bilmez.
 
            O mağrur, şerefli, kuğu gibi gemilerin şanslı olan azınlığı mezbahaya gitmeden köpüklere karışıp denizin metrelerce altında sonsuz bir uykuya dalarak efsane olurlar. Ancak tamamına yakınının sonu Aliağa veya Hindistan  mezbahalarının yolunu tutmaktır.
 
            Adı geçen mezbahalarda onları eli bıçaklı beyaz önlüklü kasaplar değil; tulumlu, çizmeli elleri oksijen şalomalı, at hırsızı misali, timsah suratlı insanlar karşılar.
 
            Nasıl ki ateş karıncaları bir cesedin cesametine göre saatler veya günler boyunca etlerini kemiklerinden ayırırsa iş bu eşhas da geminin büyüklüğüne göre haftalar veya aylar boyunca ateş karıncaları misali denizin süsü, kaptanının gururu olan o güzelim gemileri bir enkaz haline getirirler.
 
            Gün gelir o muhteşem gemilerden birkaç demir parçası ile üç beş kartpostal kalır geriye.
 
            Ne demiş ulu tanrı “Her canlı ölümü tadacaktır” Gemi de canlıdır. Ölür kurtulur. Ama ona kumanda edenler, onunla kader birliği edenler, onunla bütünleşenler, hayatlarını, ümitlerini ona bağlayanlar, ömürlerini onun bakımına, tutumuna, çalışmasına adayanlar sokağa salındıkları zaman, gök gemisine tayinleri çıkıncaya kadar, fırtınada sığınacak bir liman, koy arayan eski bir gemi gibi salınırlar milyonluk şehirlerin kalabalıkları arasında.
 
            Artık ne ayaklarının altında titreyen bir güverte, ne kumanda edecekleri bir gemi, ne etraflarında her emrini dinleyen zabitleri, personeli vardır.
 
            Kiminin tayini çok çabuk çıkar gök gemisine. Hemen kesilir tayin ordinosu. O şanslı kişiler derhal göreve başlamak için gök gemisinin servis botu olan imam efendinin yeşil renkli kayığı ile en yakın caminin musalla limanından uğurlanırlar gök gemisine, sonsuz seferlerine başlamak üzere.
 
            Ya tayin bekleyenler?
 
            İşte bu kimseler için hayat bir işkence olur. Ne İsa’ya yaranırlar, ne Musa’ya kul olurlar.
 
            Yıllarca alıştıkları gemi yaşamını evlerinde bulamazlar. Gemi hiyerarşisi içinde geçen hayatları şehir hayatından, şehir yaşamından bambaşkadır. İtilirler, kakılırlar, sokaklardaki insan kalabalıklarından yılarlar. Onlara adapte olamazlar. Çok uzun yıllar denizde gezmekten hemen hemen asosyal olmuşlardır. O sebepten bu insan karmaşası içinde yalnız, arkadaşsız hayatlarını idame ettirmeye çalışırlar.
 
            Hemen her denizcinin hayali emekli olmak, bahçe ile uğraşmak, çiçek-sebze yetiştirip, tavuk beslemek, sinemaya, tiyatroya gitmek ise de inanmayınız efendim inanmayınız. Hiçbir denizci görmedim ben boğazdan geçen bir geminin ardından hülyalı hülyalı bakıpta iç geçirmeyen, ah şu geminin içinde olaydım da varsın boğaz tokluğuna çalışsaydım demeyen.
 
            Eviniz sizin değildir. İstenmediğinizi anlar, hissedersiniz. Bir iki denizcilik şirketine gidersiniz eski günleri anmak için, yeni yetme DP’ler, enspektörler yüzlerinde sırtlan gülümseyişi buyur ederler yarım ağız, içlerinden de bu moruk ne bok yemeğe geldi, iş mi isteyecek acaba derler. Suratlarından anlarsınız mürailiklerini. Bir daha da adımınızı atmazsınız. Semt, mahalle kahveleri  sizin yeriniz değildir. Miskin miskin oturup prostattan, böbrek ağrısından bahseden başı takkeli, boyunları atkılı palto-pardesülü emekliler sizin muhatabınız değildir. Sizin yeriniz gemidir. Denizler, enginlerdir. Siz mahalle kahvelerinin  hastalık kokan pis havasını değil kimsenin solumadığı ıssız denizlerde seyreden gemi güvertelerinde yaşamak için yaratılmış insanlardansınızdır. Sizin yeriniz gemidir. Sade balıklar değil, sizde denizden çıkınca yaşayamazsınız. Yaşadığınızı sanırsınız ama yaşayan fiziki varlığınız bedeninizdir. Ruhunuz ilsele tavasından karaya adım attığınız anda ölmüştür. Sizde geminizi, personelinizi o güzel gemi hayatını unutup bu mendebur, milyonluk şehrin nobran insan kalabalığına karışıp erir gidersiniz.
 
            Zaman değirmeninin taşları ağır döner. Ama mütemadiyen döner efendim, ta kâlû baladan beri döner ve insan öğütür.
 
            Sıkıldın evde, ’hava al, çık biraz dolaş’ dediler.
 
            Çıktım evden. Tren mi, tramvay mı, metro mu ne olduğu belli olmayan rayda seyreden o acayip vesait-i nakliyeye binip iliştim bir köşeye. Sirkeci’de inip karıştım o insan kalabalığına.
 
            Mis gibi deniz havasını teneffüs ettim bol bol. Ağır ağır yürüdüm Reşadiye Caddesi’ne ,işletmeye doğru rıhtıma. Denizle işletme binası arasındaki dar koridora.
 
            Araba vapuru kuyruğu yine taşmış, istasyonu geçip Hocapaşa’ya doğru uzamıştı. İzmir, Ankara veya başka başka şehirlere gidecek 50/51 model burunlu, kamyondan bozma otobüsler  tepeleri devasa denklerle yüklü, çift atlı arabalar sırada. Atların başlarında yem torbaları takılı, yem kestiriyorlar.
 
            Karınca ezmez Şevki Efendi geçiyor yanımdan bilmem kaç model arabası ile ağır ağır. Bir vapur düdüğü yırtıyor ortalığı. Bakıyorum, 26 no’lu Suhulet kapak atıyor iskeleye, köprüde Zülbecef Kaptan. Simsiyah dumanlar savruluyor sert poyrazın  önünde  Yeni Cami’ye doğru. Devasa çarklar suları köpürdetmekte. Devam ediyorum. Tarı vapuru kıçtan kara olmuş, hareket flaması toka. Borda iskelesi ile rıhtım arasında salapuryalar biteviye yolcu, balya, sepet, denk, çuval taşıyorlar. Tarı saat 10.30 da Karadeniz postasını ifa etmek için vira edecek.
 
            İskele başında koç burunlu marangoz, sırtında işletmenin siyah işbaşıları, başında limon kabuğu beyaz denizci şapkası, iskele başı vardiyası kesiyor.
 
            Soruyor bir Karadenizli yolcu:
 
            Ula ha bu gemi kaçta kakayi?
 
            Seçiz de kömür alayi,dokuza yolcu alayi,onbuçuğa makkak kakayi.
 
            Gülüp geçiyorum ağır. Tarı’nın iskele bordasında Güneysu, onun iskelesinde de Erzurum baştan çift demirde kıçtan kara olmuşlar.


Güneysu
 
            Aksu geliyor, ögleyin Tarı’nın yerine kıçtan kara olacak, Mağusa ve Limasol’dan sonra İskenderun’dan başlayarak bütün limanlara uğrayarak  sekiz günde İstanbul’a gelebilmiş. AKDENİZ POSTASINI İFA EDİYOR.


Aksu
 
            İşletmeye uğramadan geçip köprüye doğru yürüyorum ağır ağır. Fatih-Harbiye tramvayı geçiyor yanımdan, motris birinci mevki kırmızı renkli, römork yeşil renkli ikinci mevki, bunun koltukları tahta, gıcırtı ile alıyor virajı. Biletçi römorka asılan çocukları kovalıyor camdan sarkıp. Ağır ağır devam ediyorum yoluma köprü üstünde. Giriş-çıkış gözlerini geçiyorum Adalar - Yalova  iskelesine Burgaz vapuru ile. Göztepe yanaşmış. Burgaz’ın iskele köprüsünde Mustafa Kılıç Kaptan elinde birinci sigarası köprüden gelip geçen insanları seyrediyor.
 
            Yeni Cami’de ezan başladı. Şaban Kaptan hemen yeşile boyalı namaz tahtasını davlumbaza koyup öğlen namazına durmuştur.
 
            Devam ediyorum yoluma ağır ağır. Boğaz iskelesine iki üç gemi yanaşmış üst üste. Altınkum, Kamer en dışta Dilnişin. İmbisat manevra yapıyor açıkta yanaşmak için.


İmbisat
 
            Merdivenlerden aşağı iniyorum köprü altına. Merdiven basamakları tahta. Önlerine köşebent demirleri çakılmış aşınmayı önlemek için. Tahta basamaklar aşınmış. Köşebent demirleri pırıl pırıl. Eee kolay değil tabi her gün binlerce ayak gelip geçiyor üstlerinden. İniyorum merdivenleri, hemen önümde Erzurum çay evi. Sahibi Ümmügülsüm, rehberi koca Azeri. Alçak taburelere oturmuş kıranta kıranta kaputlu, şayak paltolu adaklar. Suskun, sessiz. Suratları bir Kızılderili totemi gibi ifadesiz adamlar. Bu yüzler yılların rüzgarına, denizin suyuna, fırtınalarına kafa tutmaktan branda bezi, muşamba gibi olmuş suratlar. Bunlar çeşitli gulet, çektirme, takaların kaptanları, makinistleri, onların buluşma yeri, piyasa yeri. Çoğunluğun elinde  nargile marpucu, emzik emer gibi ağır ağır çekiyorlar içlerine tömbeki dumanın, gözleri nargilenin fokurdayan suyunda.
 
            Az ilerde köprünün Karaköy İskelesi’nin yakınındaki ufak piyango bayinin önünde Uzun  Ömer Efendi ile Cüce Simon’la  muhabbet etmekte.
 
            Rıhtım Caddesi’ne çıkıp Ziraat Bankası’nı iskeleme alıp devam ediyorum Geyikli kahvesine doğru. Armatör gemilerinin zabitan ve gemicilerinin piyasa kahvesi. Günün her saati lebalep dolu. Karşı köşesinde emanetci Sultana. Bembeyaz  saçları ve kadim üniforması simsiyah önlüğü ile oturuyor masasında. Bu muhterem Musevi hanımın İstiklal Savaşı’nda Anadolu’ya geçen subayların eşyalarını sakladığını söylerler büyükler. Dükkânın kapısında nev-i şahsına mahsus  bir  kişi. Başında bir Meksika sombrerosu, tarağının üstüne bir kağıt parçası tutmuş mızıka çalıyor. Etrafında gülüşüp şakalaşan şen şatır bir iki gemici. Karaköy ‘ün gülü, eski bir denizci olan Murteza.
 
            Yüz metre kadar ileride mavi boyaları bakımsızlıktan renk değiştirmiş, Osmanlıdan müdevver bir devlet dairesi arı kovanı gibi işlemekte İstanbul Liman Başkanlığı. Bankoların arkasında Ercüment Ceylan, Necati Bulut, Sebahattin Gülfidan Beyler esheb-ı mesalihin işlerini halletmeye çalışıyorlarsa da burada da işler tam bir devlet dairesi intizamı ile yürümektedir. Yani, bugün git, yarın gel.
            Denet şefi Abdi Cengiz elinde sigarası, önünde yarısı içilmiş sade kahve fincanı şekerleme yapmaktadır  masası başında.
 
            Limanın rıhtımına Şevki Kaptan’ın servis  botu iskeleden aborda olmuş. Arkasında Tekirdağ römorkörü, onunda sancak bordasında Kısmet römorkörü bağlı.
 
            Yolcu salonunda bir no’da Şefik Kaptan’ın Ankara’sı. Yarın batı Akdeniz seferine çıkacak. Pire, Napoli, Cenova, Marsilya tariki ile Barselona’ya gidip aynı rotadan İstanbul’a dönecek. İki no’da Marmara hummalı bir faaliyet var gemide. Bir ve üç no’lu ambarlara tahmilat yapılıyor. Saat  15.00 de  Adriyatik postası için hareket edecek. İzmir, Pire-Venedik tariki ile Trieste’ye gidip yine aynı güzergahtan avdet edecek. Adriyatik’de eğe ile kruzman yaparlar. Bordasından geçerken baktım. Üç no’nun vincinde İstakoz Besim Dayı. Borda  boyunca ikinci kaptan Münir Özöğretmen, Reis Mustafa Kasarcı, baş posta başı Ahmet Ayaz  hem ağır ağır bordayı denetliyor hem de bir konu hakkında konuşuyorlar, baş selamı verip geçiyorum.
 
            Üç numarada  Ayvalık. Benim sevgili gemim. Kardeşi Gemlik’le beraber Marmara’da koşan milyonla insanı, binlerce ton yükü minicik ambarında sandık, sepet, küfe, balyayı bir limandan bir limana taşıyan oyuncak gibi minicik, güzel nev-i şahsına münhasır güzeller güzeli gemim.
           
            Yaklaşıp duruyorum bordasında. Bugün istirahatçi, seferi yok. Borda lumbarı kapalı. Sancak baş lumbardan sürme iskele verilmiş. Çay paydosu vermiş personel. Ağır ağır çıkıyorum sürme iskeleden, lumbar ağzına selam verip giriyorum gemiye. Nur yüzlü fenerci Yusuf Dayı hem fenerliğin önünde fırçaları yıkıyor hem de lumbar ağzı vardiyası kesiyor. Gülümsüyor bana. Selamlaşıyoruz.
 
            Uşaklar salondadır diyor.
 
            Tamam dayıcığım deyip salona yöneliyorum. Baş altında kumanyalığın yanından inen dik merdivenden inmeye başlıyorum. Salonun açık kapısından sis gibi sigara dumanı ve uğultu gibi sesler geliyor.
 
            Salonun kapısına gelip selam veriyorum. Kapı girişinde kumanyacı muavini Kuçu Kuçu Arap Yaşar oturuyor. Yanında enişte Osman. Bana gemici bağlarını öğretirdi. Karşısında anbarcı Kurşenli Mehmet. Beni görüyor, o gel hele gel torun diyor.
 
            Geminin her şeyi personel kamarotu, serdümen, lumbar ağzının daimi ve değişmez vardilacısı Erdek’li Eşek Halit.
 
            Neden, niçin lakabı Eşek Halit’ti, niye Eşek Halit derlerdi bir türlü anlayamadım. Halbuki ne iyi ne kibar bir insandı benim Halit ağabeyim. İnsanın hası, haslarında en hası bir insandı. Çok şey borçluyum ona. Hiç bir kitabın yazmadığı bilgileri  öğretti bana.

            Çayımı içip çıktım. Lobide kamara memuru Piç Osman’ı gördüm. Bahçesinde ayı beslerdi. Bir gün ayı kızmış kolunu kırmış. Aylarca kolu alçılı gezmişti. Kamarot Şükrü ile Hakkı ağabeye diskur geçiyordu, arkasında elinden düşürmediği sigarası ile Başefendi Baki Bey. Tünel altından kuzineye göz attım. Aşçıbaşı Arap Ahmet hem türkü mırıldanıyor hem de soğan kavuruyordu koca tencerede. Gemiyi kavrulan soğanın mis kokusu sarmış.
 
            Salıpazarı’na doğru devam ettim. Salıpazarın’da Gençlik yük alıyordu.
 
           Sancaktan aborda simsiyah borda boyalı, yaşam mahalli bembeyaz devasa bir dev. Kıç tarafında gene bir  başka devasa Karakoç. S/S Manisa. Koca viktory. Amerika’ya hareket edecek iki güne kadar. Gençlik ise yarın Continanta gidiyor.
 
            İskele başında bir hareketlenme. Beybaba Yusuf Kaptan geliyor. Yusuf Yelkenkaya. İkincisi Kamil Atay’la, Canberra Kamil Kaptan. Hazır ola geçip selam verdim. Büyük adamlar. Selamımı aldılar ve durup hatır sordular. Gönlümü aldılar. Bol gönüllü insanlar.
 
            Manisa’ya doğru devam ettim. Baktım lumbar ağzında Marmara adalı Emin ağabey vardiyacı. Asım Emin Karabulut. El etti, çıktım gemiye o esnada reis çıktı yaşam mahallinin kaportasından. Muğlalı Arap Bayram reis. Hemen elini öpüp hayır duasını aldım.
 
            Aferin torunum sana çalış, çalışda kaptan ol inşallah dedi. Sağ ol baba deyip elini öptüm tekrar, hayırlı seferler diledim, rüzgarınız bol olsun, pruvanız neta olsun deyip indim rıhtıma, gözlerimden akan yaşları göstermedim kimseye.
 
            Onlar sefere çıkacaktı. Denizlerin ardına, ufkun ötelerine gideceklerdi. Ben rateydim. Iskartaya çıkmış, laid up  edilmiş bir gemiden farkı olmayan bir kaptan eskisiydim artık.
 
            Kabataş’a geldim  yavaş yavaş, Sanayi-i Nefise mektebini sancağımda bırakarak.
 
            Ev denen  çilehaneye dönmek için o acayip vesait-i nakliyeye binip gene iliştim bir yana Haşerat misali insanlar tavlaya giren makineli tüfek katırları gibi birbirlerini iterek, tekmeleyerek, tepişerek  ihtiyarları, cocukları, kadınları ezerek kıymetli kıçlarına ilişecek bir yer kapma telaşı ile yığıldılar bir anda koskoca vagona. Tabi bermutat hepsinin ellerinde o menhus  cep  telefonu denen rezil alet ve kopası kulaklarından sarkan kulaklık kabloları ile.

            Yanımızdan bir  Bebek-Bahçekapı tramvayı geçti üç vagonlu. Motris kırmızı romorklar iki adet yeşil, yarı yarıya boş. İçleri tertemiz, mazbut insanlarla dolu.

            Sahilbent geliyordu Üsküdar'dan. 27 no’lu 26 suhulet’in eşi. Dünyanın ilk araba vapurları iki kardeşten küçüğü. İskeleden Karamürsel avara etti başta ve kıçtaki dört adet çarkları ile suları köpürdeterek.


Suhulet
 
            Kalktı bizim vesait.
 
            Rıhtımdan geçerken baktım ne çabuk gitmişti benim gemilerim.
 
            Kara olan Tarı, Erzurum’un yerinde şimdi alelacayip gemi mi, otel mi  ne idiği belirsiz alelacaip tekneler IDO’nun deniz otöbüsleri, katamaranları vardı.


Tarı
 
            Altınkum, Burgaz, Kamer, İmbisat, Dilnişin neredeydi, göremedim.


Altınkum


Kamer
 
            Bir tır kamyonu geçti yanımızdan. İnşaat demiri yüklü. Kanıyordu demirler. Ağlıyordu demirler. Baktım, kimse görmüyor, ilgilenmiyordu. O saat anladım   o demirlerin      neden ağladığını, neden kanadığını anladım. Onlar kim bilir hangi mağrur geminin enkazından çekilmiş demirlerdi. Ve gene kim bilir hangi varoş apartmanın inşasında kullanılacaklar ve ebediyen kolonların içine hapsolacaklardı. Kendi kaderlerine ağlıyorlardı.

         Eve gelirken önünden geçtiğim caminin musalla limanında harekete hazırlanan bir bot  gördüm yeşil boyalı. Biri yine sefere çıkıyordu. Hayırlı seferler diledim. Pruvan neta, rüzgarın kıçtan olsun dedim. Yakınları selametliyorlardı.
 
            Yakında, çok yakında benim de tayinim çıkacak ordinom kesilecek gök gemisine  inşallah.
 
            Hissediyor, hasretle bekliyorum o günü.

                                                                                                                                                                                                                                                                                                      6-teşrinievvel-2013 

Fotoğraflar: B.Hulusi Gürbüz Arşivinden