A.S.P.
İstanbul
27 Temmuz, 2024, Cumartesi
  • DOLAR
    32.30
  • EURO
    35.15
  • ALTIN
    2406.9
  • BIST
    10401.67
  • BTC
    67490.92$

Erol Taş'ı Gördüm Gazetelerde

23 Aralık 2021, Perşembe 14:21
reklam yerim makale içi

Erol Taş hakkında bir haber çarptı gözüme. Ufak, tek sütuna bir haberdi. Sanırım gazete de sayfa p için konulmuştu.

 

Sonra durup dururken onu hatırladım. Onun kahvesinin dört ev üstünde ki babaannemin gelin geldiği üç katlı ahşap evimizi. Hiç aklımda değilken neden hatırladığımı ayrıca Erol Taş’ın haberiyle ilgisini de anlayamadım ama hatırladım işte.

 

Erol Taş’ın kahvesinin yanından giden yol biraz ileride sola döner, direkt devam eden kolu ise küçük, dik Arnavut kaldırımı bir yokuşla devam edip sağa sapardı. Bu yolun iki kola ayrıldığı yokuşun başında önünde ufacık bir meydan olan eski, ahşap üç katlı bir evdi. Altında bir dükkan, sokak kapısının yanında bir sokak lambası vardı. Tüm karşısındaki köşede Bakkal Süleyman Ağa ile Yusuf Efendi’nin dükkanı, onun yanında mahallenin meczubu herkesin sevgilisi teyze, Tete’nin evi, yokuşun başında Şeref Efendi’nin ahşap fakirhanesi, onun yanında bir ufak geçitle ayrılan yolun öbür yanında kalû beladan kalma beyaz ev dedikleri  bir zamanların şahane konağı bulunurdu. Şimdi oda oda kiraya verilen bu virane kimbilir kimlerin eviydi bir zamanlar. Bitişiğimizde, yokuşun başında mütekaidini asakiriyeden İstiklal Savaşı gazisi Süvari Miralayı Naci Bey’in, altında tek dükkanı olan evi, bitişiğinde Deli Refia Hanım’ın hanesi bitişiğinde de  yokuşun köşe yaptığı yerde Manav İbrahim Ağa’nın evi vardı.

 

O güzel insanların yaşadığı, o güzel ahşap evlerin sıralandığı, fakir ama mağrur insanlarla mihman o güzel mahallenin, o güzel evini, evimizi hatırladım.

 

Dedim ya durup dururken gazetede okuduğum bir haberle nereden bağlantı kurup hatırladığımı da bilmiyorum. Ama o ev, o mahalle, o insanlar aklımdan hiç çıkmıyor ki. Şimdi hepsi toprak olmuş izi timi kalmamış olan sevdiklerimizin ruhları acaba oralarda dolaşıp yerinde yeller esen o evin encamını acaba merak ediyorlar mı?

 

Yıllarca geri gidiyorum. Sene 1947 veya 1948 filan olmalı.

Küçük bir oda. Karşılıklı iki divan, üstlerinde iki küçük çocuk. Yaramaz, afacan, kara kuru bir tanesi diğeri biraz daha topluca. Oturmuşlar divanlara karşılıklı, önlerinde birer sehpa, sehpalar dört köşe otomobilcilik oynuyorlar. Saf, riyasız, mutlu iki çocuk. Nerede şimdiki göt göbek Tuncay Kaptan, nerede Sağlık Bakanı Yıldırım Aktuna’nın basın sözcüsü Mete Alpman. Kendi dünyalarında mutlu gelecek hakkında hiçbir bilgileri olmayan iki küçük çocuk.

 

Harp yılları veya sonu, ikinci dünya savaşı yılları. Alman orduları sınırlarımıza dayanmış, kısmı seferberlik var. Millet diken üstünde. Memlekette korkunç bir işsizlik, yokluk hüküm sürmekte. İşsizlik ve açlık vukuat-ı adiyeden olmuş. Evde de bir sıkıntı var ama ancak yıllar sonra anlayabiliyorum.

 

Evde idare babaannemde. Mütehakkim, otoriter bir İstanbul hanımefendisi. Yedek subay bir amca, Keçilik’te konuşlu top batarya komutanı. Dikkat buyurun, yedek subay ama rütbesi yüzbaşı. Yenikaramürsel’de çalışan bir baba. Evde fakirliğin verdiği bir sıkıntı. Çocuklar kendi dünyalarında mutlu ama her daim didişmekteler, çocukça yemek içmeleri bile müşterek.

 

Arka bahçede dik bir merdivenle çıkılan ufak bir oda. Odada duvardan duvara gerili bir ip ve ipin üzerine atılmış branda parçası ile kurulu çadır. Çoçukların oyun alanı. Dünyaları… Bahçede içleri adam alır iki - üç tane küp, kim bilir ne oldular?

 

Birisi kaptan olmak isterdi çocukların, birisi pilot. Deniz kıyısına gidince gemileri görürdük. Sahil yolu yapılmamıştı. Sessiz, sakin, temiz bir deniz vardı. Tren köprüsünün altından geçince Cankurtaran İlkokulu’na gelmeden Osman Tuncer’in odun depoları vardı. Motorlar yanaşır kıç taraflarından, iki tane kalas uzatılır sahile. Sonra karınca gibi çalışarak bu motorlardan odun boşaltılırdı depoya.

 

Yıllar sonra bu motorlara çektirme denildiğini, bu odunların Şile, Ağva taraflarından getirildiğini öğrendim. Hoş öğrendim de ne oldu ki, odun taşıyan o çektirmelerin kendisi odun oldular.

 

Bazen çift satıhlı tayyareler geçerdi. El sallardık. Ayastefanos tayyare mektebinin tayyareleri derdi babam. Kara trenler geçerdi, çuf çuf çuf diye sesler çıkartıp buhar salarak. Kışlar pek yaman geçerdi, üşürdük. Tuhaftır ama şimdi hatırlayamıyorum nasıl ısındığımızı. Kış gecelerinde saatler ilerledi mi sokak köpekleri bile çekilirlerdi ortalıktan, izbe bir yere sokulup ısınmaya çalışırdı hayvancıklar. Bir bozacı geçerdi, sırtında koca bir güğüm, ‘’Boza’’ diye bağırırdı sesleri uzata uzata. Şu anda 47/48 yıl önceki sesler hala kulaklarımda. Boza alırdı babam. Leblebi ile içerdik.

 

‘’Fahri, oğlum neden bu kadar çok aldın?’’ derdi babaannem.

‘’Hava çok soğuk anne, bir an önce satıp bitirsinde o da evine gitsin.’’ derdi babam.

 

Fakirdik ama mutluyduk. Annem ve teyzem, aynı zamanda iki elti, ta ilkokuldan beri arkadaşlar çokta iyi anlaşıyorlardı.

 

Sonra biz rahmetli pederin memuriyeti dolayısıyle Adapazarı’na becayiş ettik ve bu rüya da bitti.

 

Yıllar acımasızca geçti. Ve her geçen gün de bu çekirdek aile parçalanmaya başladı tabii bu arada aileye yeni yeni fertler katıldı ama  büyüklerde ağır ağır çekildiler hayattan.

 

Önce Fuat amcam, babaannem, babam, Rukiye ablam, dedem, nur yüzlü anneanne, anneannem, güvertelere sığmayan Hanifi dedem, daha sayayım mı… Sıraya, sayıya bakmadan çekilip gittiler.

Vallahi de, billahi de, tallahi de Sabiha diye bağıran hoca hanımı bile özledim be. Okula giderken evinin önünden geçtiğim fakir düşmüş ama gururundan ödün vermeyen, çocukların alay edip taşladıkları Kaplumbağa Esat diye kızdırdıları Esat Efendi’yi, müdür evidir temiz tutun diye sokak kapımızın önünü süpüren Tete’yi arıyorum. Nerede hayatı kitaplar arasında geçen namusu mücessem Ethem dayım! Bizi el arabası ile gezdirirdi tekkenin bahçesinde.

 

Nerede dünya denizlerinde şeytanın kıçına parmak atan Rıza dayım! Ayaklı kütüphane Haza Beyefendi, Vedat dayım... Bana kitap okuma sevgisini aşılayan, bana İstanbul’u tanıtan dayım. Bugünün bütün makinistlerini cebinden çıkartacak derecede bilgili, bana makine bilgisini öğreten, zamanımızın makinistlerinin üstünde buhar makineleri hakkında eğiten Mithat dayım nerede? Nerede Höllüm teyze, Varyemez Azmi, Hades teyze,Baküs Bey amca, Vestia teyze neredeler?

 

Talat Bey’in gazinosunun yanındaki çekek yerinden sandala binerken korkardım. Şimdi de korkuyorum. O zamanlar beş yaşlarındaydım. Şimdi ise altmışıma geldim. Üstelik kaptan da oldum, istediğim oldu, gayeme ulaştım, idealimi gerçekleştirdim, kaptan oldum sonunda. Ama ben ne acaip bir herifim ki denizden hem çok korkar, hem de onsuz yapamazdım hoş hala da yapamıyorum ya.

 

Evet siz anlı şanlıdoktorlar, psikologlar,nörologlar işte her ne ise  bulun şu çelişkinin adını, Latince tumturaklı bir isim bulun işte.

 

Evet! ya siz sevgili kardeşim Mete. Pilot olmak isterdiniz ama bakan danışmanı oldunuz sonunda. Gene de amatör pilot lisansını alabildiniz ya. Olsun be kardeşim gene de mutluyuz be, her şeyden önce sıhhatliyiz. Evlatlarımız var aslanlar gibi, daha ne be birader, daha ne…

 

Ama ben gene de geçmiş zamanları özlüyorum. Hem de fena halde. O zamanlar, o insanlar geri gelmeyecek biliyorum ama teselli bulduğum nokta şu ki; o insanlar, bizi bırakıp giden o sevgili insanlar bizi seyrediyor göklerden. Bunu biliyorum.

 

 

25.05.1991 İyonya Denizi

M/T Ferman !                                 

 

Uz. Yl. Kaptan

H.Tuncay Alpman

23/12/2021