A.S.P.
İstanbul
27 Temmuz, 2024, Cumartesi
  • DOLAR
    32.30
  • EURO
    35.15
  • ALTIN
    2406.9
  • BIST
    10401.67
  • BTC
    67490.92$

MAKİNE TELGRAFINA İLK KUMANDAM

08 Şubat 2018, Perşembe 22:29
reklam yerim makale içi


 
MAKİNE TELGRAFINA  İLK  KUMANDAM

 



 

 

        Ellili yılların sonlarıydı. Adapazarı’nda oturuyorduk. Ortaokul öğrencisiydim, Adapazarı Zirai Donatım Kurumu’nun lojmanlarında ikamet ediyorduk. Babam vefat etmiş medar-ı maişet motorunu validem devralmıştı. Adapazarı’nı hiç sevmezdim. Hoş şimdide sevmiyorum ya. En büyük mutluluğum yaz tatillerinde İstanbul’a amcamlara misafir olmaktı.
        O zamanlar insanların insan ve İstanbul’un da İstanbul olduğu yıllardı. O yıllarda İstanbul’da ve yurdumun diğer bölgelerinde Menderes’in dönemi başlamamıştı,  İstanbul’da istimlaklar henüz yapılmıyordu. Henüz Çakırbeyli Çiftliği’nde çiftçilik yapılıyordu.
         Dana önceleri biz de İstanbul’da oturuyorduk. Şimdi yerinde pis bir iş hanının yükseldiği evimiz; babadan kalma, babaannemin gelin geldiği, ahşap devrinin bütün güzelliklerini taşıyan bir binaydı. Bu evde geçti çocukluğum. İkinci Dünya Savaşı’nın bütün yoksulluk ve dehşetinin farkına varamadan yaşadık bu evde. Babam, annem, amcam, teyzem, babaannem ve amcazadem Mete ile beraber. O zamanlar kardeşlerimiz dünyaya gelmemişti. Biz çocukluğumuzu büyük bir mutlulukla yaşıyorduk.
        Şimdi sahil yolundan bir iki basamakla inilen ve farklı bir mekan olan ‘’Size Ne Restoran’’ o zamanlar Talat Bey’in Gazinosu diye anılırdı. Kibar yatağıydı. akşam üzerleri gidilip çay içilirdi. Deniz havası alınırdı. Semtin yegane teferrüç mahalliydi.
         Ne acayiptir ki denize delicesine sevdalı olduğum halde bir o kadar da korkardım. Aradan kırksekiz yıl geçti, kaptan oldum ancak manasız korkunun zaman zaman beni ürpertmesinden kurtulamadım. Talat Bey’in gazinosunun yan tarafında sandal çekek yerleri vardı. Rahmetli Ercan, Gülhan, Ayhan dayılar, Ercüment amcam bizi sandalla gezdirmek isterlerdi. Avaz avaz bağırır binmek istemezdim sandala, korkardım. Mete hemen oturur tutardı küpeşteleri. Ne gariptir ki ben kaptan olmak isterdim Mete de pilot. Ben kaptan olabildim ama kardeşim sadece amatör pilot olabildi, o şimdi bakan danışmanı ama sanırım ki aklı gene pilotluktadır.
         Sonra biz rahmetli pederin memuriyeti hasebi ile Adapazarı’na becayiş ettik ve deniz hasreti beni yiyip bitirmeye başladı.Yaz tatillerini iple çeker oldum.
         Bu arada rahmetli amcam da bir değişiklik yapıp Cankurtaran’daki baba evini bırakıp Maçka’da Nil Apartmanı’na kiraya çıkmıştı.
         Bir yaz tatilinde gene amcamlara tatile gelmiştim.
         Mete’yle sabah çıkardık evden. Gezer dolaşırdık gönlümüzce, tramvaylar la bilinmezlere gider, dolmuş motorları ile Amerika’yı yeniden keşfederdik.
         O zamanlar İstanbul trafiği çıldırmamıştı. Rahat ve asude bir trafik ağır ağır akar giderdi. Zaman mı daha farklıydı veya bize mi öyle gelirdi bilmiyorum.
         Evden çıkar, Vişnezade Parkı’nın yanındaki yokuştan kestirmeden Kabataş’a inerdik.
         Henüz köprünün esamesinin bile okunmadığı mutlu yıllardaydık. Hepsi de kibar, terbiyeli insanların idaresindeki sıra sıra otomobiller, kamyonlar, burunlu otobüsler, at arabaları, otuzlu hatta  yirmili yıllardan kalma otomobiller büyük bir tevekkülle vapura binme sırasının kendisine gelmesini beklerlerdi.
         El birliği ile kadrini bilmediğimiz, adeta katliam yapar gibi hurdaya ayırdığımız zamanın teknoloji harikası ve dünyanın ilk arabalı vapurları olan 26 no’lu Suhulet ve kardeşi 27 no’lu Sahilbent isimli Şirket-i Hayriye’den müdevver yandan çarklı araba vapurları nazlı ve mütevekkil yorgun pistonlarının sessiz tıslamaları ile sancak ve iskele bordalarındaki devasal çarkların köpürdettiği sular üzerinde kömür, is, yanık yağ kokuları, buhar fısıltıları arasında Üsküdar ve Kabataş arasında bit eviye sefer yaparlar bu bekleyen kalabalığı Avrupa’dan Asya’ya,  Asya yakasından Avrupa yakasına taşıyıp dururlardı.
         Karton biletler vardı. Birinci mevki beyaz, ikinci mevki yeşil biletler. Talebe bileti on beş kuruştu. Hemde birinci mevki. Vapura bilet alınıp binilirdi. Biletler vapurda kontrol edilir ortası zımbalanır ve çıkışta toplanırdı.
          Jetondu, turnikeydi öyle rezillikler bilinmezdi.
         Geminin davlumbazında cihannüma gibi bir davlumbazı, pırıl pırıl parlatılmış makine telgrafları, muhabere boruları, çapı 170 santimetreyi mütecaviz dümen dolapları olan Suhulet ve Sahilbent arabalı vapurları adete oyun alanlarımız olmuştu. Genellikle Suhuleti tercih eder, davlumbazını fır dolayı çeviren yolculara mahsus yaşam mevkiinde vakit geçirirdik. Bir bilet alıp vapura biner ve Üsküdar-Kabataş arasında defaten gidip gelirdik. Sanırım bilet kontrolörleri de durumu bilir ama görmemezlikten gelirlerdi.
          Dünyayı dolaşırdık Suhulet’le. Preveze Savaşı’na da katıldık, Trafalgar’a da. Bir taraftan Amerika’yı keşfederken bir yandan da okyanuslarda yelken açtık vasco dö Gama ile.
          Bu devamlı gidiş gelişlerde gemi kaptanı ve lostromo ile de bir ünsiyet peydah ettik. Onlar bizim çocuk dünyamızda olmaza hükmeder adamlardı.
          Bizim merak ve öğrenme isteğimiz yılların denizcilerini de etkilemişti ki bize büyük adam  muamelesi yapmaya, sorularımızla ilgilenmeye, sonu gelmez sorularımıza cevap vermeye hepsinden önemlisi seyir esnasında dümen dolabının bir ucundan tutmamıza müsade etmeye başladılar.
                                     
         Gene sıcak bir günün öğlen saatlerinde Üsküdar’a yanaşıp kapat atmış gemiyi boşaltıp yeni sefer için vasıtaları yüklemeye başlamıştık. Gemi sancak ve iskele baş omuzluklarından pruva halatlarını vermiş, çarklar pek ağır tornaytte çalışıyordu. Sıradan ve rutin bir iş günüydü ve gemiciler binlerce kez yaptıkları işleri adeta gözleri yarı kapalı uyumaya yakın bir uyuşuklukla yapmaya çalışıyorlardı.
           Köprü kırlangıcından güverteye bakıyorduk. Kapak başında Ali Reis ve Zülbecef Kaptan iskele memurları ile sohbet ediyorlardı. Gözüm davlumbazın iskele tarafındaki açık kapısından sancak tarafındaki makine telgrafına ilişti. Kadranında ki cevap ibresi pek ağır yol ileri yazısının üzerinde durmuştu. Makine telgrafının pırıl parlayan pirinç koluda gene ibrenin üstündeydi.
            Aklıma olmayacak bir fikir geldi. Makina dairesi kaptanın bütün emir ve kumandalarına uyuyordu. Acaba ben makinaya kumanda etsem bana da uyarlar mıydı?
           O zaman ki çocuk mantığım ile müsbet veya menfi bu olayın analizini yapacak durumda değildim. Sadece o makine telgrafına dokunmak, o makine telgrafına kumanda etmek istiyordum. O kadar.Bir an geldi ki dünyada sadece ben ve o pırıl pırıl parlayan makine telgrafı, o makine telgrafınında kumanda kolu kaldı. Artık geçmiş, gelecek hayat her şey bitmişti benim için. Sadece ve sadece makine telgrafının kolu vardı. O makine telgrafına kumanda etmeliydim. Ve eğer makine dairesi benim kumandama cevap verirse bir başka boyuta  geçeceğimi sanmıştım. Kısaca o anda hayat sadece ve sadece makine telgrafının kolunda odaklanmıştı benim için.
          Yavaşça açık kapıdan içeri girdim. Makine telgrafına yaklaştım, ilk defa bir sevgilinin elini tutar gibi nazlı, ürkek, korkak bir şekilde tuttum kumanda  kolunu - Zaten tutuşta o tutuş oldu ya yıllardır ayrılamadık birbirimizden - hoş Allah da ayırmasın.
           Makine telgrafı canlıydı. Evet evet resmen canlıydı makine telgrafı. Kumanda kolunu kavrayan parmaklarımdan bir enerji yayılıyordu vücuduma. Şimdi dünya anlayacak, herkes tanıyacak, bilecekti en büyük Kaptan kim?
           Makine telgrafının kumanda kolunu önce stop’a getirdim. Dünyanın en mütekamil senfoni orkestralarının bir araya gelse çıkartmalarına imkan bulunmayan ilahi bir dizi çınlamalar arasında - Pek ağır yol ileriden - hareketle  stop'a geldi, durdu.
            Ardından çamaşır tokatlar gibi suları köpürdeten çarklar durdu. Ortalığı büyük felaketler öncesi gibi bir sessizlik sardı.
           Başarmıştım. Kaptanlığımı kanıtlamıştım. Ateşe, rüzgara, makineye, gemiye kumanda ediyordum. Etmiştim. O hızla telgrafa pek ağır yol tornistan yani < Pek> kumandasını verdim. Makine dairesi cevap verdi. Kumandayı anladığını teyit etti ve devasa çarklar tornistana çalışmaya başladı.
            Aynı anda saniyelerle ölçülen mutluluğum yerini korku ve paniğe bıraktı.
            Ortalık anında alt üst oldu. Etrafı haykırışlar ve düdük sesleri kapladı. . Aman tanrım o ne haykırışlar, o ne can alıcı düdük sesleri. Aradan 46-47 yıla yakın zaman geçti. Hala o panik halini unutamıyorum.
           Tornistana çalışan çarklar gemiyi rıhtımdan açmaya başladı. Bütün yük sancak-iskele baş omuzluk kurt ağızlarından verilen palamarlara bindi. Gemi takriben bir, birbuçuk metre açıldı rıhtımdan. Halatlar desta oldu, gemi bu vaziyette apıştı. Olay şimdi çarklar ve halatlar arasındaki kuvvet dengesine isnat etmiş durumdaydı. Ancak çarkların pek ağır yolda çalışması, halatların sağlamlığı, gemi kapağının rampanın 35-40 cm açığında sabit kalmasını sağladı.
           O yıllarda Esenler, Topkapı, Harem otogarları yoktu. Şimdiki tayyare otobüslerinin esamesi okunmazdı. Orijinal karasörlü otobüsler varmıydı bilmiyorum ama aşina olduklarımda kamyondan bozma burunlu,benzin motorlu ön camları direkli otobüslerdi ve bunların hareket yerleri,otogarları da Sirkeci de Hocapaşa’nın daracık sokaklarıydı.
           İşte kim bilir Anadolu’nun hangi şehrinden gelmiş, bir otobüs Kabataş’a geçmek üzere vapura giriyorduki gemi rıhtımdan açmaya başladı. Austin mi, Bussing mi olduğunu anımsayamadığım uzun burunlu otobüsün ön tekerlekleri kapak üzerinde arka tekerlekleri ise rıhtım üzerindeydi ve gemi ağır ağır açmaya başlayınca lebalep dolu otobüste lafla anlatılamayacak bir panik başladı. Bir anda otobüsün ön ve arka kapıları açıldı. Kadın, erkek, çocuk, genç, ihtiyar bir insan yumağı şöför ve muavin de dahil olmak üzere rıhtıma ve kapağa atlamaya başladılar. Normal bir iniş olmadığı için  millet birbirini eziyor otobüsten atlayanlar sendeliyor, bir çoğu yere yuvarlanıyor, diğerleri onlara takılıp tökezleniyor,her kime olduğunu bilmeden bağırıyor,erkekler küfür ediyor,çocuklar ağlıyor,kadınlar çığlıklar atıyor, iskele memurları,trafik polisleri,polisler neden,niçin olduklarını anlamadığım ve anlamadıkları bir inalda biteviye düdük çalıp duruyorlardı.
           Bu durumda nereden ve nasıl peydahlandıklarına akıl erdiremediğim bir vatandaş kalabalığı rıhtıma toplanmış, gürültüye eşlik ediyorlardı.
           Muavin ve şoför ellerinde nereden bulmuşlarsa bulmuşlar bir taş ve takozla arka tekerleklere destek yapmaya koşuyorlar ekmek teknelerinin denize uçmasına mani olmaya çalışıyorlardı.
           Ne zaman geldi, nasıl yetişti anlayamadım ama Zülbecef Kaptan kasırga gibi koştu, yetişti davlumbaza zayıf kolu uzandı, ince uzun parmakları hırsla kavradı telgrafın kumanda kolunu sonsuz bir kin nefretle tam yol ileri komutunu verdi. Makine cevap verdi. Makine, manevrayı yaptı, çarklar durdu, dünyada durdu bilhare sonsuz bir devinim ve hırsla dövmeye başladı suları devasal çarklar. Gemi rıhtımdan açtığı bir, birbuçuk metrelik mesafeyi hızla kapattı, bodoslama lastik usturmaçalara sabitlendi. Gemi, şoför, muavin, yolcular, iskele memurları, trafik polisleri rahat bir nefes aldılar.
           Yüz ifadesi sert ve acımasız adeta balta ile yontulmuş, balta ile kesilmiş bir Kızılderili totemi gibi sert hatlı iki çini mavisi gözün ışıldadığı koca kemerli Rizeli bir burnun gölgelediği yüz bir anda bize döndü, konuştu totem, Ali reise
           - Ula Ali ne ettun da
           - Ali reis kesin ve kati konuştu
           - Ben etmedum onı da,ha bu çocuk ettu
            Yüz büyüdü büyüdü, büyüyüp bütün evreni kapladı. Evren yüze kesti, büyü bir anda bozuldu.
            Davlumbazdan nasıl inip kaçtığımızı hiç hatırlamıyorum.
            Hatırladığım Doğancılar Parkı’nda bir banka çöküp delice atan kalplerimizin çarpıntısının dinmesini beklemek oldu, birde yokuşu çıkmaya çalışan kirli sarı renkli Üsküdar-Kadıköy tramvayını solladığımız.
            Biraz dinlenip kendimize geldikten sonra Kadıköy’e kadar yürüdük. Yeni Galatasaray motoru ile Eminönü’ne geçtik ve Beşiktaş Akaretler’e kadar yürüdük. Çünkü cebimiz de tramvaya verecek kadar para yoktu.
            Eve gelince merakla yolumuzu bekleyen ve nerede kaldığımız üzerinde derin bir diskur geçen rahmetli amcam ardından da birer tokatla noktayı koydu.
            Bu olay yıllarca bir sır olarak kaldı aramızda.
            Birbirlerimize yazdığımız mektuplarda da zırva tabir edilen yazılarımıza dudak bükülerek bakıldı uzun bir zaman hane halkı, ebeveynlerce.
            Sonra bir vakt-i münasipte sağ olsun Mete ifşa etti benim ilk kaptanlığımı.
            Aradan yıllar yıllar geçti, takribi kırk küsür yıl.
            Denizci oldum, zabit oldum. Kaptan oldum. Sayısız gemiye kumanda ettim. Sayısız model makine telgrafı ile çeşitli makinelere kumanda edip manevra yaptım.
            Ama hiç birisi bana o erişilmez zevki, o sonsuz doyumu vermedi.
            26 nolu Suhulet’in makne telgrafına kumanda edişimi ve makine telgrafının ikaz çın çın larını hala duyuyorum
            Şimdi ne Suhulet kaldı ne Sahilbent
            Zavallıların enkazlarından çekilen inşaat demirleri kim bilir hangi varoş apartmanının kolonları, kirişleri içinde hapsoldu.
            Zülbecef Kaptan ve Ali Reis sanırım Karadeniz’in kıyıcığında selviler altında dinleniyorlardır artık.
            Bense telgrafa el sürmeye bile istekli değilim biliyormusun…
            Sadece kumanda veriyorum artık, sözle. İşin mekanik yanını da 4.kaptan veya telsiz zabiti hallediyor.
            Malum ben artık beybabayım.

 
                                                                                                                                Sinop