A.S.P.
İstanbul
27 Temmuz, 2024, Cumartesi
  • DOLAR
    32.30
  • EURO
    35.15
  • ALTIN
    2406.9
  • BIST
    10401.67
  • BTC
    67490.92$

Fotoğraf

24 Eylül 2021, Cuma 15:20
reklam yerim makale içi

FOTOĞRAF

 

Hayatımda hiç fotoğraf çektirmeyi sevmedim. Doğum günleri, düğünler, askerlik anıları vb. gibi anlar için bile bilamecburiye birkaç fotoğraf çektirmişimdir ama mecbur kalmadıkça fotoğraf çektirmiyorum. Niye mi?

 

Bütün boş zamanlarımda yaptığım gibi Beyazıt sahaflar çarşısında dolaşırken gördüm onu. Sahaf dükkanının önündeki tahta tezgahta yığılı.

 

Kimsenin alıp okumadığı üçüncü sınıf kağıda basılı bir yığın kitabın arasından görülen cilası çoktan silinmiş, camı toz içinde bir resim çerçevesi.

 

Camı tozlu ve kirli, cilaları çoktan silinmiş bu çerçeve içindeki bu fotoğraf tekniği yıllar önce terkedilmiş, cam üzerine çekilmiş siyah beyaz bir fotoğraftı.

 

Nedendir bilinmez ama bu fotoğraf beni çok etkiledi. Kimdir, nedir bilemezdim. Mutlu bir aile fotoğrafının, bütün aile fertlerinin toprak olduktan sonra sahaf tezgahlarına düşmesi mi etkiledi beni bilemiyorum. Başıma dikilen sahafa istediği gülünç meblağı ödeyip bir poşede dahi koymadığı çerçeveyi alıp ulu çınarın altındaki kahvede bir çay içmek için oturdum. Çerçeveli resminde tozunu alıp koydum masanın üstüne.

 

Bu resim insanların huzurlu ve mutlu yaşadığı, Sultan Abdülhamit Efendi’mizin okkalık ekmeği ile perverde olduğu yıllardan kalma. Sırf o fotoğrafı çektirmek için özenle giyinip poz vermiş İstanbullu yazmacı Nubar Usta ve ailesinin çoktan toprak olmuş  bedenlerininde bir zamanlar bu dar-ı dünyada yaşadığının deliliydi.

 

Fotoğraf adını okuyamadığım bir Beyoğlu fotoğrafhanesinde çekilip tab edilmişti.

 

Siyah şayak elbisesi,  aziziye fesi köstekli saati ile Nubar Usta, bir heykel

ciddiyeti içinde pomatlı pos bıyıklarının yukarı kıvrılmış uçları ile biraz mahçup biraz uçarı objektife bakıyordu.

 

Sağ tarafında kendisine bir erkek, iki kız evlat vermiş Samatya Sulumanastırlı tornacı Onnik’in kızı Agavni, küçük kızı Haykanuş’u kucağında tutarak duruyor. İstanbul kesimi elbisesinin dekoltesinden görülen palûze misalı gerdanını gizlemek ister gibi Haykanuş’u göğsüne bastırıyordu.

 

Önlerinde babasına çıraklık yapan Agop ve bir yaş büyüğü Surpuhi duruyordu.

Her ikiside fotoğraf çekimi için cadde-i kebire çıkacaklarından yeni elbiselerini giymek ve gezmeye gitmenin mutluluğu ile mesut, çocuk dünyalarının umarsızlığı içinde okjektife bakıyorlardı.

 

Nubar Usta ‘’İşte böyle Bey’’ dedi. Bu fotoğraf çekileli kaç yıl oldu bilmiyorum. Yıllarca Kumkapı Nişanca’sında üstü mermer tezgahlı, taş aynalı konsolun üstünde bu çerçeveden bakıp durdu bizlere.

 

Pek severdim bu resme bakmayı. Ailemi bir arada görmek bana mutluluk verirdi, iftihar ederdim.

 

‘’İşte böyle yıllar gelip geçti Bey. Geçti, geçti de delip de geçti.’’

‘’Anlat usta’’ dedim. ‘’Anlat, dök içini rahatla.’’

‘’Derdimle seni de üzmeyeyim Bey.’’

‘’Ne münasebet, anlat lütfen’’ dedim. ‘’Anlat ustam, ne oldu bu güzel İstanbul ailesine anlatta bilelim.’’

 

‘’Önce Agop’u kaybettik Bey’’ dedi. Gençti, güçlüydü, deli fişekti, sıkıldı, bunaldı İstanbul’dan. Doğduğu, büyüdüğü topraklarda yabancı oldu. Dayanamadı. Bir İngiliz gemisine tayfa yazılmış. Önceleri ayda yılda bir sıhhat haberleri gelirdi. Sonra sonra o da gelmez oldu. Bu arada Abdülhamit-i sani halledildi. Hareket ordusu İstanbul’a girdi. Taşkışla önünde cesim muharebeler oldu, evlad-ı vatan birbirini kırdı. Netice de İttihad-ı Terakki cemiyeti memlekete egemen oldu. Bu hengamede Surpihi’yi gelin ettik, kuyumcu Osep’in oğlu Kevork ile evlenip Paris’e becayiş ettiler.

 

Tam o sırada harb-ı umumi patlak verdi. Agop’un gemisini bir Alaman tahtelbahiri torpillemiş. Kimse kurtulamamış. Duyunca ocağım yıkıldı, çöktüm Bey, bıktım tükendim.

 

Yollar kapandı. Paris ile muhaberede yapılamadığından Surpihi’den de haber alamıyorduk.

 

Piyasa berbat oldu. Aç kalmamak için  süpürge tohumundan  yapılmış ekmek yedik. Elbiselerimiz iki kere ters yüz edildi. Onurumuzu yere düşürmedik. Şerefsizler, onursuzlar, muhtekirler, gururlarını ayaklar altına alanlar zengin oldular. Bar karılarının sigaralarını yüz liralık banknotlarla yakan yeni zenginler  Pera’nın sokaklarını doldururken, Aksaray, Yenibahçe gibi yangın yerlerinden Şehremanetinin adamları her sabah açlıktan ölenlerin cesetlerini topluyorlardı. Hepsine dayandık. Biz Osmanlıydık Bey, onurumuza,şerefimize leke sürmedik.

 

Ama Haykanuş dayanamadı bu hayata. Kumkapı Nişancasındaki Yazmacı Nubar Usta’nın iki katlı köhne ahşap evinde oturup kıt kanaat geçinmeye dayanamadı.

 

Gençti, güzeldi, iyi yemek, iyi giyinmek, gezmek, eğlenmek hakkıydı. Ama para puldu  Bey. Yazmacı Nubar Usta’nın evine aydan aya giren para  yeni zenginlerin garson parasına yetmez olunca o minicik Haykanuş’ta yirmili yaşların gamsızlığı ile Nişanca’nın kasvetli havasından Pera’nın ışıltılı hayatına kanat çırpıverdi. Ama ne pahasına. Onu da ne sen sormuş ol ne de ben anlatayım.

 

Zıpır bir Fransız süvari subayının kolunda yarı çıplak akupurya maskarası gibi boyalı bir suratla mahalleye gelip de anası tarafından evden kovulmasından üç gün sonra Agavni’yi de kaybettim. Üç evladını da peşpeşe kaybeden acıdan, üzüntüden, yokluktan şiştikçe şişen vücudunun ağırlığını  taşıyamayan kalbi duruverdi.

 

Zavallı Agavni’yi toprağa  verdiğimiz gün Meryem anaya dikilecek mumun parasını bile ödünç aldım.

 

İşte gördün Bey, bütün ailem dağıldı yok oldu. Bu arada ordumuz Anadolu’da mucizeler yarattı. İzmir’de Yunan’ı denize döktü. Mustafa Kemâl Paşa Düvel-i muazzamaya kafa tuttu. Payitahtı, yurdu kurtardı. Milletin maküs  talihini değiştirdi. Limandaki  Düvel-i ittifakiye sefineleri geldikleri gibi def olup gittiler.

 

Sonra?

 

Sonra mı Bey?

 

Yaşlandım iyice. Çöktüm bittim, yaşamaktan beklentim kalmadı, elden ayaktan düştüm. Evimi sattım. Bütün borçlarımı ödedim. Kilise vakfının bir odasına sığındım. Artık günlerimi feri kaçmış gözlerimin önünden ayırmadığım bu resme  bakarak geçiriyorum                  

                                               

                                   

‘’Ağabey taze çay çıktı. İster misin?’’ dedi Tokat veya Sivaslı olduğunu tahmin ettiğim orman kaçkını garson. Sonra bakışları masanın üstündeki çerçeveli fotoğrafa takıldı. Yakının mı? dedi. ‘’Evet’’ dedim. ‘’Kendisi büyük dedem olur.’’ Usulca ayrıldı yanımdan. Belki de acıma saygı duydu, içim de kopan fırtınalardan haberdar olamazdı.

 

O günden beri fotoğraf çektirmiyorum. Ben öldükten sonra sahaf tezğahlarına düşüp kimseyi üzmesin diye.

 

                                                                                                                                               

30.05.1996 Fos/France

M/T  Ferman  I

 

Yazı: H. Tuncay Alpman© Copyright (İZİNSİZ KOPYA EDİLEMEZ)

24/09/2021